Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

SAKINCALI PIYADE

SAKINCALI PIYADE
@SakincaliPiyade
Sisin içinde inceden inceye ciseleyen yağmura yemin olsun Çok sevmelerin ne adamı var ne kadını Göğsümde bir boşluk derme çatma şimdi herşey Dökülüyorum...
138 okur puanı
Temmuz 2017 tarihinde katıldı
İnsan tindir.Ama tin nedir? Tin ben’dir.Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir; daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir; ben, ilişki olmayıp ilişkinin ken­dine dönüşüdür.İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir.Sentez iki terimin ilişkisidir.Bu görüş açısından ben, hâlâ varolmamıştır.
Reklam
bir daha aşık olunca çok dikkatli olacağım, dedi kendi kendine. ayrıca, tutmaya gayret edeceği bir söz vermişti kendine. hiç bir zaman başka bir yazarla çıkmayacaktı: her ne kadar çok şeker, nazik, üretken veya eğlenceli olsa bile. uzan vadede değmezlerdi. duygusal olarak çok pahalı ve bakımları çok karışıktı. sadece einstein’ın tamir edebileceği sürekli bozulan bir elektrikli süpürge gibiydiler. bir sonraki aşkının bir süpürge olmasını istiyordu.
Ben de geziniyorum,uyuyamıyorum bir türlü. Birini kaybetmişim de bir türlü rastlayamıyor muşum gibi geliyor…

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Çieko gelinlik çağa gelince bazı kez şöyle düşünmüştü: menekşeler birbirlerine kavuşabilecekler mi acaba? Acaba tanışıyorlar mı birbirleriyle? «Birbirine kavuşmanın» ve «birbiriyle tanışmanın» menekşeler için ne anlamı olabilirdi
Yüzlerce, binlerce ciltle dolu koridorlarda gezindim. Yürürken, bu duvarların ötesinde, dışarıdaki dünyada insanların kendileri için bir şeyler yapmak yerine yaşamlarının her akşam futbol ve pembe dizilerle geçip gitmesini umursamadıklarını, hatta bundan memnun olduklarını, oysa bu kitapların her birinin kapakları arasında sonsuz bir evrenin keşfedilmeyi beklediğini düşündüm
Reklam
O haziran sabahı günün ilk ışıklarıyla çığlık atarak uyandım. Kalbim göğüs kafesimde gümbür gümbür atıyor, ruhum kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi çırpmıyordu. Babam telaşla odama geldi, beni kollarıyla sararak sakinleştirmeye çalıştı. "Yüzünü anımsayamıyorum. Annemin yüzünü anımsayamıyorum," diye mırıldandım, nefesim kesilmişti Babam, bana sıkıca sarıldı. "Üzülme, Daniel. Ben ikimizin yerine anımsarım.
İç Savaş’tan kısa bir süre sonra, bir kolera salgını annemi bizden almıştı. Dördüncü yaş günümde onu Montjuic’e gömdük. Hatırlayabildiğim tek şey tüm gün, tüm gece aralıksız yağan yağmurdu. Babama gökler mi ağlıyor, diye sorduğumda adamcağız ne diyeceğini bilememişti. Altı yıl sonra bile annemin boşluğu, sözcüklerle bastırmayı hâlâ öğrenemediğim sağır edici bir sessizlik olarak çevremizde asılı duruyordu.
«Anacıım, anacıım, anacıım...» Böyle bağırırken, düşünmeyi hiç istemediğim bir şeyi aklıma getiriyordu hep : Anneciğimin sabah pencerenin önünde durup beni bekleyeceğini, ama benim gelemeyeceğimi, yolu geçip pazaryerine doğru sapmayacağımı... Beni beklemiş olduğunu ve görünce sevindiğini belirten işareti hiç vermeyecekti artık, perdeyi hiç kıpırdatmayacaktı. Ben gece görevine kaldığım zamanlar annem hiç uyuyamazdı
Sobanın çevresinde tıpkı bizim pazaryerindeki heykelleri andırıyorlardı. İçlerinden biri ağlamaya başladı, öyle de garip ağlıyordu ki, hava akınlarından ötürü uyanan müdür beyin güvercinleri gibi gurulduyordu tıpkı, sonra Alman daha bir insanca ağlamaya başladı, vücudu ancak şimdi koyvermişti kendini, öteki Almanlar burun çekerek izlediler, sonra hep birden ağlamaya koyuldular, her biri kendine göre ağlıyordu ama aslında insanca bir ağlamaydı, geçen olaylardan yakınma gibi bir şey. Ve alnını duvara dayayıp serin tutmaya çalışan bir Almanın burnundan birden kan geldi, Alman yere doğru kaydı, kayarken duvara kırmızı bir çizgi çekti
İstasyon şefi Hubiçka her zaman için benim idealim olmuştu, daha Dobrowiç’de beni eğitirken, bir eliyle istasyonun birindeki çatışmayı önleyip öbür eliyle bir başka istasyona yoldaki marşandizi bildirirken de idealimdi. Şimdi burada mahkeme önünde oturur gibi oturuyordu, işletme şefi olsun, müşavir Zedniçek olsun, bu iki memurun da, ellerinden gelse tıpkı istasyon şefi Hubiçka’nın yaptığını yapmaya can atacaklarından emindim, ne var ki, herkes gibi onlar da korkaktılar, aşırı bir korkaklık içindeydiler, hiçbir zaman korkmamış tek adam, şimdi oturmuş Şendi ünüyle güneşlenen istasyon şefi bay Hubiçka’ydı
Reklam
Bizim istasyon şefi bay Hubiçka kadınları ötedenberi iki kısma ayırırdı. Belinden aşağısı hürmetlice olanlara, kontes gibi olanlara yani, popozella der, belinden yukarıya doğru göğüsleri hürmetli olanlara da, memezilla adını verirdi
Derken, ani bir gürültü. Müdür beyin odasına bir dalıyorum, bir de ne göreyim, dediğim bayan kanapenin üzerine uzanmış, çıplak, bacakları da şöyle birbirinden ayrılmış... Ve istasyon şefi bay Hubiçka da yerde yatıyor, bacağında donu... Diyor ki bana, Miloş, diyor, yanlış kucakladım. Aşk mimberinden yuvarlandım yahu
Müdür beyin karısı hoşlandığım bir insandı, kimi zaman akşamları bizimle birlikte işletme odasında oturur, kocaman bir masa örtüsü örerdi tığla. Bu tığ işinden öylesine bir huzur yayılırdı ki ortalığa... ellerinin altında durmadan yeni yeni çiçekler ve kuşlar belirirdi.
Bizim müdürün iki amacı vardı: devlet demiryolları müfettişliğine atanmak, bir de Baron Lansky Ruze ünvanını almak, çünkü müdür bey şecere ağacını inceleyince, kendinde biraz soylu kanı bulunduğunu keşfetmişti. Böylece iki bakımdan soylu kanına sahip, oluyordu aslında; efendim demiryolları görevlilerine de soylu gözüyle bakılırdı da
Eskiden biz kentin varoşlarında otururduk, neden sonra kente yerleştik ve yalnızlığa alışmış olan ben, biz kente yerleşince, dünyanın gittikçe daraldığını hissettim. Bundan böyle ancak kent dışına çıkabildiğim zamanlar rahat soluk alıyordum. Geri dönüp de köprüyü geçtikten sonra caddeler sokaklar daralmaya başlayınca, benim içim de daralıyordu. Her pencerenin ardında beni gözetlemekte olan en azından bir çift göz bulunduğu inancı daima içimde taşıdığım ve taşıyacağım bir duygudur.
66 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.