Sana Yahudileri anlatayım. Bir keresinde, savaşın ilk aylarında hareket halindeydik ve bir geceliğine bir kasabada konakladık. Yahuda işkariyot gibi kızıl sakallı, korkunç bir ihtiyar Yahudi sinsi sinsi konakladığım yere geldi. Ne istediğini sordum. 'Efendim,' dedi, 'size bir kız getirdim, henüz on yedisinde güzel bir genç kız. Sadece elli frank.' 'Teşekkürler,' dedim. 'Getirdiğin gibi götürebilirsin. Hastalık kapmak istemiyorum.' 'Hastalık mı!' diye bağırdı. Hastalıktan korkmanıza gerek yok. Bu kendi kızım!' Al sana Yahudi milleti.
Yaşamı boyunca pek çok kez fark etmişti 𝗩𝗲𝗿𝗼𝗻𝗶𝗸𝗮, tanıdığı bir sürü insan başkalarının başına gelen korkunç olaylardan sanki gerçekten üzgünmüş ve yardım etmek istiyormuş gibi söz ederlerdi, ama işin gerçeği, başkalarının acılarından zevk aldıklarıydı; çünkü böylece kendilerinin mutlu ve şanslı olduklarına inanabiliyorlardı.
İstanbul şubat ayında insanın ciğerini söker. ''Günlerce, gecelerce yağan yağmurdan için üşür, sürekli ıslakmış gibi hissedersin. Hava bir poyraz olur, bir lodos. Deniz dalgalı, günler karanlık...''
Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?
“Dünyanın asıl devleri yazan insanlardı; onlar yılda otuz bin dolar kazanan ve isterlerse Yüksek Mahkeme’de yargıçlık yapabilecek olan Bay Butler gibilerinden çok daha üstündü.”