Bazen Tanrı’nın onu inançsızlığı yüzünden cezalandırdığını düşünüyordu. Neticede Tanrı kıskanç biriydi. “Benden başka hiçbir Tanrı’ya tapmayacaksın.” Tanrısızlığa bile.
Sürekli mutluluk içindeki acısız hayat artık insan hayatı olmayacaktır. Acıyı yok etmek isteyen ölümü de ortadan kaldırmak zorundadır. Muhtemelen ölümsüzlüğe de erişecektir ama hayatı pahasına.
Transhümanizmin amacı “yüce ve her yere yayılan” bir mutluluktur. Transhümanizm son insanı da geride bırakır çünkü o bile, Pearce’in muhtemelen diyeceği gibi, fazlasıyla insancıldır. Can sıkıntısından aşırı derecede rahatsızlık duyar. Transhümanist can sıkıntısının da biyoteknik araçlarla giderilebileceğini düşünür. “Her ne kadar şu anda tahayyül gücümüz yetmiyorsa da birkaç nesil sonra can sıkıntısı hissetmek nörofizyolojik olarak imkansız hale gelecek. Nietzsche ‘tanrılar bile can sıkıntısına karşı nafile çabalar’ demişti; ama biyoteknolojinin imkanlarını o zamandan tahmin edebilmesi mümkün değildi.
Aşırı toplumsal çelişkilerin mevcut olduğu 1920’lerde mali krizin arifesinde zenginlerin aşırılıklarını ve fakirlerin sefilliğini vurgulayan pek çok işçi temsilcisi ve radikal aktivist mevcuttu. Buna karşılık 21. yüzyılda bambaşka türde ve çok sayıda ideolog sürüsü bunun tam karşıtını yayıyor: eşitlikten son derece uzak olan toplumumuzda her şeyin iyi olduğunu ve çaba gösteren herkesin çok daha iyi bir konuma geleceğini, motivasyon hocaları ve olumlu düşünmenin diğer temsilcilerinin sürekli çalkalanan iş piyasası yüzünden mali yıkımın eşiğinde bulunan insanlara iyi bir haberi var: en ürkütücü değişimler’i bile kucaklayın ve bunları fırsat olarak görün.
Mao’nun ve Kominist Parti’nin özel sermayeye tutumu, bu kesim için “kurnaz ve üçkağıtçılar” diyen Efendi Shang’ınkinden farklı değildi. Konfüçyüs de benzer şekilde “soylular dürüstlükten, küçük insanlar kazançtan anlar” demişti.
Köleler gemilerle Afrika’dan Batı Hint Adaları’nın çiftliklerine götürülürken tecavüz olanakları da arttı. Sözgelimi Danimarka sömürgelerinde hukuk, köleyle hayvanı bir tutuyordu: “Köle, herhangi bir malına davrandığı gibi ona da istediği gibi davranabilecek olan efendisinin emri altındadır.” Bu emrin kilit unsuru seksti. Afrikalı kadınlar, alıkonmalarından barracoon denilen kafeslere atılıp ticaret gemilerine yüklenmelerine kadar her türlü sömürüye açıktılar. Genellikle kadınları ilk önce yetkililer istismar ediyor, onların emri altındakiler de sıralarını bekliyordu. 18. Yüzyılda yaşamış bir köle sahibinin deyişiyle, köle gemileri Afrika sahillerinden Yeni Dünya’ya bir hat boyunca “yarı tımarhane yarı genelevdi.” Kıyıya çıktıklarında köleler kızgın demirle damgalanıyor ve hemen işe koyuluyorlardı. Emekleri karşılığında sadece azıcık yiyecek ve “şeytan öldüren” diye bilinen ucuz ve sert bir içki alıyorlardı.