Barışı tanıdığım yerde ne çiçekler vardı, ne de başı bulutlarda bir çınar; o gevrek sesiyle simitçi bile giremezdi oraya. Taş avluya yalnızca kuşlar konardı bazen.
Kuş kanadına binip çayırlara gitmeyi öğretti Barış bana. Düşle gerçek, onun o yarım sözcüklerinde öylesine iç içe geçerdi ki, dünyanın çirkinlikleri bir bulut gibi kayıp giderdi yarım göğümüzden. Taş avluda düşsel uçurtmaları uçurtmayı işte öylece öğrendim Barıştan.
|
Bir çocuk hapishaneyi oyun bahçesi sanır mı? Sanıyormuş işte. Tıpkı Barışın yaptığı gibi.
Barışın yaşadığı yer ismi gibi Barışın değil tutsaklığın hüküm sürdüğü bir hapishanedir. Çünkü Barış annesiyle beraber cezaevinde yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuktur. Romanımız da parmaklıklar ardından dünyaya bakmak zorunda kalan Barış'ın dilinden aktarılıyor bize.
Kitapta anlatılanlar sadece bir cezaevi anıları şeklinde değildir. Aynı zamanda bir sistemin, bir toplumun, bir vicdanın aynasıdır, eleştirisidir. Ama bu eleştiri öyle pat diye yapılmaz. Yalın, sade, naif bir dille yapılır... Çünkü bazen en büyük eleştiriler, en küçük seslerden çıkar Barış'tan çıktığı gibi. O yüzdendir ki uçurtmayı vurmasınlar sadece Barışın değil hepimizin hikayesidir... Çünkü biliyoruz ki, bu sadece kurmaca bir kitap değildir, bu gerçek hayatın, kapalı kapılar ardında kalan gerçekliğidir.
Velhasıl kelam hepimizin bir uçurtması olsun tellere takılmayan, vurulmayan. Hem gerçekte neden bir uçurtmayı vurur ki insan?..
İyi, keyifli okumalar :)