Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ali ARSLAN

(...) Dolayısıyla biz her araçtan, yalnız ve ancak bir bakış açısından yararlanız. O bakış açısı şudur: Türk ulusunu, uygar dünyada hak ettiği yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyeti'ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha çok güçlendirmek...
Reklam
Her şeyi yazmaya çalışıyorum. Yazdıklarım, ne yazıktır ki, hafizasını kaybetmiş - Veya kaybettirilmiş- insanlara hiçbir şey ifade etmeyecek. Mazisi silinmiş ve o mâzinin silinmesinden, tabuta konup toprağa verilmesinden horon tepecek kadar hoşnut, başına gelen büyük felâketten daima habersiz bir toplumda, bu keşmekeşte, bu hercümerçte kime sesleneceğim? Çogu defa, kelimelerim bile mana taşımayacak.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
İnsanoğlu, doğadan diliyle birlikte koptu. Şimdilerde büyük kentlerin hızlı yaşam hengâmesinde geçmişine yabancı, geleceğine ilgisiz vaziyette küresel dünyanın tüketim nesneleriyle yeni oluşturulan "para" adlı dinin aciz, çaresiz ve hodkâm ümmeti olmuş durumdadır... Bu yalnızca bizim sorunumuz değil, bütün dünyanın -az azından kültürel- bir yok oluş süreci... Bu süreç, dilin yitirilmesiyle başladı... Eğer, insanlık -ve dahi Türkler- yeniden güzellik, aşk, barış, bilgi... adına yeni bir hamle yapacaksa bu; zengin, derin ve bizi biz yapan anlam dünyasıyla mümkün olacaktır ancak kelimelerimizle yeniden ayağa kalkacağız.
Başarıya inanmaktan daha büyük enerji var mıdır? (...) Sun Tzu'ya göre "Doğru koşullar altında küçük bir grup, büyük bir grubu alt edebilir. Bunun olabilmesi için adalet, düzen, istikrar ve moral olmalıdır."
Reklam
Fotoğraf makinesinin kullanılışı, kuramsal olarak, tüfek ya da tabancanın kullanılışından farksız. Tüfek maddeyi parçalayarak imha ederken, fotoğraf makinesi de objektiften görülen nesneyi kendi bağlamından soyutlayarak yok ediyor. Giderek daha çok insan, resmini çekmek üzere olduğu şeyle bütünleşmek, onu duyumsamak, anlamak ve kavramak yerine, görüntüyü yakalamak ve sahneyi kendi bağlamından koparıp almakla meşgul. Yirminci yüzyılda birer görüntü tüketicisi haline geldik hepimiz. Bir sahneyi asla donduramayacağımızı, bir anı asla yakalayıp kayda geçiremeyeceğimizi fark etmiyoruz!
+Hakkınız var dostum. Lakin ben geliriyle yaşayan biri değilim. İşimle, gücümle yaşarım. Şimdi buradan çıkınca yine işime gideceğim. -Demek oluyor ki "amelesin." +Evet! Kalemle çalışan ameledir.
İnsanoğlunun yaratılışının gereğidir; insan kendi mutluluğundan yalnız kendinin haberdar olmasıyla kanaat etmez, herkesi de haberdar etmek ister. Hatta bir insan esasında mutlu değilse bile, etrafa kendi mutluluğunu inandırmak için hilekârlığa ve yalancılığa bile düşer.
Mensup olduğum millet, istiklalini tarihin en asil ve zor bir ateş imtihanından sonra kazanmıştı. Fakat, diğer bir ideale de kavuşması gerekti. Böyle bir ideale kavuşmak için, insanlar tarihte sehpalarda, zincirler içinde ölüp giderler, sürgünlerde ömürlerini geçirirler. Onların imtihanını yalnız çekenler bilir. Onların savaşını hiçbir zaman alkış takip etmez. Alelade, mütevazi askerler gibi gelip geçerler. Bu, tek başına kazanılmak için mücadele edilen gaye, hürriyet imtihanıdır. İstiklal Savaşı'nın imtihanında en başta telakki edilen ve sembol olan Mustafa Kemal Paşa vardı. İşte bundan dolayı onun, devrinde eziyet çekmişlerin bile kalplerinde daima bir yeri vardır. O, sonu gelmeyen hürriyet alanındaki çabalamaların bir sembolüdür.
"Bütün silahlar ve cephane Erzurum, Diyarbakır, Sivas'tan develer ve öküz arabalarıyla, yolları olmayan beyabanlardan geçirilerek, en kötü hava şartları altında getirilmiştir. Silahları tamir edecek yerler yapılmıştır. Erkekler yaya olarak gelmişlerdir. Kadınlar, daha zor bir durumdaydılar. Çünkü, öküz arabaları kırılıp çamurlara saplandığı zamanlar, onlar cephaneleri sırtlarında taşırlardı. Aynı zamanda, yine kadınlar ekiyor, biçiyor ve savaşan erkekleri besleyen mahsulleri onlar yetiştiriyorlardı. Yalnız geri hizmetlerinde değil, bizzat savaşta dövüşmüş kadınlar olduğunu da söylemeyi vazife sayarım.
Reklam
Kim bilir kaç kişinin yatmış olduğu bu şiltenin kokusu beni bir türlü uyutmuyordu. Evet, bu o zamanki Türkiye'nin, o insan sınıfının kokusuydu. Yüzyıllar süren zulüm, sessiz meşakkât onların vücuduna bu kokuyu vermişti. O zaman bazı genç yazarların, halkın hayatı, diye halk psikolojisine dair yazdıkları yazıları düşünerek gülümsedim. İnsanın; o günün, o tabakasını anlamak için mutlaka bu kokuyu koklamış olması lazımdı. Evet; bu, zulmün ve zulme karşı duyulan büyük öfkenin kokusuydu.
İstanbul'dan, Ankara'ya kadar gizli bir telefon sistemi kurulmuş bulunuyordu. Bunu yapan vatansever ve cesur telgrafçılar, her tehlikeyi göze almışlardı. İnsan, ister istemez, onları tanınmış ve meşhur isimlerden daha mühim buluyordu. Çünkü, onların hiçbirinin adı tarihe geçecek değildi.
Duygusal zihnimiz, akılcı zihnimizi kendi amaçlarına yönelik kullandığından, biz de hislerimizi ve tepkilerimizi şimdiki anın bağlamında açıklar, duygusal belleğin etkisini fark etmeksizin gerekçelendiririz. O anlamda, gerçekte neler olduğu hakkında hiç fikrimiz yoktur ama ne olduğunu kesinlikle bildiğimiz kanısına kapılabiliriz. Böyle anlarda duygusal zihin, akılcı zihni peşine takarak kendi amaçlarına koşar.
Duygusal zihin, inançları mutlak doğru olarak alır ve bunlara ters düsen hiçbir delili hesaba katmaz. Bu yüzden, duygusal rahatsızlık yaşayan birini akıl yoluyla ikna etmek oldukça zordur: Mantıksal açıdan savınız ne kadar sağlam olursa olsun, eğer o anki duygusal kanıyla aynı doğrultuda değilse bir ağırlık taşımaz. Duygular kendi kendilerini doğrular; tamamen kendilerine ait bir dizi algı ve "kanıtları" vardır.
151 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.