Denizlerin ötesindeki bir kabilenin insanları, düşman tarafından kaçırılıp da pazarlarda esir olarak satılmasın diye çocuklarının yüzünü yaralar, kendi çocuklarını çirkinleştirirlermiş. Çocuklar böylece özgür kalırmış. Onların dilinde, çirkinlik ile özgürlük aynı anlamda kullanılır, güzellik ile esaret aynı sözcükle ifade edilirmiş. İstanbullular da kentlerini yitirme korkusuyla yaşıyor, onun güzelliğini yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Yer üstünde ve yeraltında acıya batıyor, kötülüğe sarılıyorlardı. Kenti çirkinleştirmeye özgürlük diyorlardı.
Ulu Önder Atatürk Türk Ordusuna, "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh vatanın her karış toprağıdır" komutunu verdiği günlerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti (23 Nisan 1920 - 29 Ekim 1923), Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasında içkiye yasak koymuştu. Çünkü o günler içki zamanı değil, savaş zamanı günleriydi. Ancak, Padişahın İstanbul Hükümeti, Ankara Hükümeti'nin çıkardığı bütün yasalarda olduğu gibi, bu yasaya da kayıtsız kalarak pek itibar etmedi. O günlerde işgal altındaki İstanbul'da, özellikle de Pera'da, yani Beyoğlu'nda rezilane ve sefilane eğlenceler bütün hızıyla sürüyor, İstanbullular çok talihsiz günler yaşıyorlardı. Bu hazin durumda Mütareke Yılları sırasında (1918-1920) ülkemize sığınmış olan 300 bin civarındaki Beyaz Rus'un payı da inkar edilemeyecek kadar büyüktü.