Resim yaparken, yaptığım resmin bir parçası olduğumu sanırdım. Kafamdaki ikinci dünya, ben resmin en “güzel” yerindeyken, yani resim başarıyla bitmek üzereyken birden çok kuvvetli bir gerçeklik, eşyamsı bir nitelik kazanır, bu da tuhaf bir coşkuyla zevkten başımı döndürürdü. Sanki herkesin bildiği (ve bu yüzden seveceği) bir Boğaz ve İstanbul manzarasını değil de kendi hayalimdeki harika bir şeyi yapmışım gibi gelirdi bana.
Sayfa 251 - ResimKitabı okudu
İstanbul
"İstanbul da makyajlanmış" dedim içinden. Diğer her şehir gibi bu şehir de üzerini kapatmış güzelliklerinin. Ellerini toprağın altına gömmüş. Dudaklarında kara toprak lekeleri. Ayağına sanki zincirler bağlanmış. Gözlerini türlü bezlerle kapatmış insanlar onun. Doğunun incisi bu şehrin üstünde tek ağaç bitmeyeli ne kadar çok olmuş Allah bilir. İnsanlar farkında değil ama İstanbul derinden bir "âh" ediyor gibi geldi bana. Sızlıyor sanki şehir. Sanki canı yanıyor da ses etmiyor gibi. Etrafımdaki yüzlere baktım; hepsi donuk ve habersiz ve hatta sağır. Duymuyorlar İstanbul'u. Bu İstanbul o benim hayalimdeki mi? Bu İstanbul, o İstanbul mu? Sessizce haykırdım içimden: "Benim İstanbul'um bu değil."
Reklam
Kimi akşamları güneş battığında akşam namazından sonra, açık Marmara'nın temiz aynasına bakan Lâleli Camii'nin o geniş sahanlığında durur ve yavaş yavaş geceye gömülürken düşünürüm; hayalimdeki İstanbul'un aydınları, doğunun paha biçilmez aydınları, yönetici, bilgin, asker, ne olursa olsun İstanbul'un düşünen kafaları, akşam namazından sonra burada bir beş dakika sohbet eder, ayaküstün konuşurlar, denize karşı gezinirler, konuşurlar, parmaklarıyla havaya ışıklı kavisler çizerler; onların bu beş dakikalık konuşmalarında bile bir çağ aydınlanır. Ya onların yirmi dört saati? Adalet saçılır dört bir yana; zulüm, bin çekilik adalet sütununun altında ezilir. İnanç ışık, inkâr parçalanan gece olur. Erdem bir şafak gibi ağar ülkeler ve insanlar üstüne. Ama nerede o aydınlık namazlara bir ananın memesine yapışan çocuk gibi sarılmış aydınların? İşte bütün bunları düşünürüm ve orada tek başıma, -hayır hayır ne yazık ki tek başıma değil, iki tane de musalla taşı var orada- gecede eriyerek kalakalırım.
“İstanbul da makyajlanmış” dedim içimden. Diğer her şehir gibi bu şehir de üzerini kapatmış güzelliklerinin. Ellerini toprağın altına gömmüş. Dudaklarında kara toprak lekeleri. Ayağına sanki zincirler bağlanmış. Gözlerini türlü bezlerle kapatmış insanlar onun. Doğunun incisi bu şehrin üstünde tek ağaç bitmeyeli ne kadar çok olmuş Allah bilir. İnsanlar farkında değil ama İstanbul derinden bir “ah” ediyor gibi geldi bana. Sızlıyor sanki şehir. Sanki canı yanıyor da ses etmiyor gibi. Etrafımdaki yüzlere baktım; hepsi donuk ve habersiz ve hatta sağır. Duymuyorlar İstanbul’u. Bu İstanbul o benim hayalimdeki mi? Bu İstanbul, o İstanbul mu? Sessizce haykırdım içimden: “Benim İstanbul’um bu değil.”
SARIKÖY MAHŞERİ Serdengeçti’yi tekrar çıkarmak için Antalya yoluyla İstanbul’a gidiyordum. Antalya’dan Burdur’a otobüsle gittik. Burdur istasyonunda içime bir Eskişehir’e uğramak sevdası düştü. Bileti Eskişehir’e aldım. Yunus’u ne zamandan beri sevdiğimi, tanıdığımı bilmiyorum. Kendimi hileliden beri Yunus Emre’yi, onun İlâhilerini,
Orda, uzaklarda, İstanbul'da, Herkesin bir sonbahar toplayışı vardır. Günlerden sonbahar toplayanların ustası; Orda, Attila İlhan'dır. Burası bir Alman kasabası, Ve ben ağaçlardan, kuşlardan değil de sonbaharı Hayalimdeki gözlerinden topluyorum. Batıda da çözüm yolu yok yalnızlığa, Yalnız şu gerçeği buldum galiba: Kimi unutmak istesem bir daha, Bu işe gözlerden başlamalıyım. Çünkü ne zaman unuttumsa seni Gözlerin yeniden çizdi yüzünü.
Reklam
18 öğeden 11 ile 18 arasındakiler gösteriliyor.