Bir analist olarak, bir yanda özbağışıklık tepkisi ile öte yanda dürtünün kendi üzerine dönmesi, olumsuz terapi tepkisi arasındaki analojiyi, ayrıca genel olarak bağlara, özel olarak da ruhsal içeriklere karşı saldırıları çarpıcı buluyorum. Aynı şekilde, tanıdık ve yabancı (Spitz) ya da ben ve ben olmayan (Winnicott'a göre me and not me) arasındaki ayrımın hücre düzeyinde bile biyolojik kökleri
olduğunu saptıyorum ve bedenin zarı olarak derinin, hücre zarı (iyonların yabancı nitelikte olup olmadıkları konusundaki bilgiyi alan, sınıflandıran ve ileten) ile benin algı-bilinç sistemi olan ruhsal arayüz arasındaki ara gerçekliği oluşturduğu varsayımını yapıyorum.
Madem hayatın bize tek verdiği inzivaya çekilmek için bir hücre, o zaman süsleyelim hücreyi, hiç olmazsa düşlerimizin gölgesiyle, karmaşık resimlerle ya da renklerle, unutuşumuzu da dışarıdaki duvarların kıpırtısızlığına işleyelim.
O günden sonra Derda, hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar, birinin yazdığı gibi...
“Bazı kelebek türlerinin bir günlük ömrü, hücre bölünmesinin hızlı olmasından dolayı, insanın 80 yılına denktir. Bu durumda 70 yaşında ölen bir insan mı daha uzun yaşar, 25. saatini gören bir kelebek mi?”
...
Sen misin yıllar boyu aradığım şehrayin
Yoksa yanılgıya mı düşüyorum yeniden
Bana bakınca neden kararıyor kainat
Neden uzaklaşınca ışıldıyor her sabah
Ya bu yollar umutsuz duraklarda bitiyor
Ya da hep umutsuzca yürüyor ayaklarım
Ağlama ki, çiçekler kızıla boyanmasın
Yalnız benimle büyüt güllerini, ne olur
Gönlümün tarih olmuş devleri uyanmasın
Kıvılcım süzülüyor yaslı kirpiklerinden
Üzerime savurma küllerini, ne olur
Tutkular alev alev hüzne pervane olur
Ağlama, çaresizlik kapıya dayanmasın
Ya arala gizemli bütün perdelerini
Bir rüya çizgisinde şenlensin aynalarım
Ya da hücre gibi kapat bana kendini
Karışayım yeniden tereddüt sellerine
Birer birer kırılıp dökülsün aynalarım
Sebil eyle sonunda her düşmana kendini