Bir gün büroma gözü dayaktan morarmış bir kadınla gözünü morartan bir erkek geldi. Yanlarında da 7-8 yaşlarında kızları vardı. Erkeğe neden karısını dövdüğünü sordum. Her zaman dövmediğinin, ama bazen karısının dayağı hak ettiğini söyledi. "Hak etmek gibi?" Diye sordum,"Buna kim karar veriyor?" Erkek şaşırdı. Öyle ya, karısını dayağı hak ettiğini kendisi karar vermişti. (yani hakim görevini üstlenmişti) Oysa aynı zamanda karısının bayağı hak ettiği yolunda bir iddia sahibiydi(savcı)... Nihayet kararı infaz eden kişi (infaz memuru yahut gardiyan) oldu.
Erkeklerin bakış açısını anlatması açısındanbu örnek bana çok çarpıcı geldi. Tabiî erkeği hak etmesi halinde ona kimin dayak atacağı belli değil. Çünkü güç erkekte. Şu halde adamın "hak ediş" dediği şey bir hakka ve hakikatten çok fiziki güce dayanıyor...)
Mesela burada kolumda sevgili bir arkadaşla dolaşıyorum, o hararetle anlatıyor, ben hararetle dinliyorum, aramızda bir santim mesafe bile yok, fakat ben birbirimizden kilometrelerle uzak olduğumuzu, başka diyarların, adeta başka seyyarelerin (gezegenlerin) evladı olduğumuzu seziyorum. Bu düşünceler esnasında o sözünü bitiriyor ve bu sefer aynı hararetle ben başlıyorum. Aramız yine bir santim, fakat kilometrelerle uzağız, yanımdaki ihtimal bunu anlıyor, ihtimal farkında bile değil; bu komedi bazen beni kudurtuyor, bazen de miskinane bir tevekkülle tahammül ediyorum. Sen orada ararsan belki dilinden anlayacak bir iki kişi bulursun, fakat burada bir tane, bir tane bile adam yok. Ben nasıl bibliyoman(kitap delisi, düşkünü) olmam sonra...
Churchill İnönü'ye dedi ki:
"Paşa sen Kürtçe bilir misin?" İsmet Paşa şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. O bir şey söylemeden ben araya girdim ve hemen, 'Ekselans, biz Kürtçe bilmeyiz. Zaten bizde Kürtçe konuşulmuyor ve öyle bir dil de yoktur' dedim. Churchill adamlarından birine sordu 'Öyle mi Mister, Kürtçe diye bir dil yok mudur?' deyince adam daha önceden hazırlıklı, hemen ayağa kalktı, 'Olmaz olur mu efendim çok zengin bir Kürt Dili ve edebiyatı vardır isterseniz -o ana kadar duymadığımız- 'Dîwana Cizîri'den bir şiir okuyayım' dedi. Churchill 'oku' dedi. Anlamıyorduk ama farsçaya yakın nefis ahenkli bir şiir okudu. Ve Bu şiirin Kürtçe olduğunu söyledi, 'Öyleyse bu şiiri bize yaz, dedi. Yazdı. Churchill, 'Bunu İngilizce'ye çevir' dedi. Çevirdiler. 'Bir de Fransızca yapın' dedi. Onu da yaptılar Bir de Türkçeye çevirdiler. Ve bana, 'Mösyö, sen de gel bakalım. Bu üç dilde aynı fikri ifade etmek için, bakalım metne kaç yabancı sözcük alma mecburiyeti olmuştur' dedi. Fransızcada hiç yoktu. İngilizceden üç beş Latin kökenli kelime çıktı. Kürtçe aslında dört beş Arapça kelime bulundu. Ama Türkçe nüsaha gelince "dır" ve "ile" den başka, Türkçe bir şey kalmamıştı. Kimisi Arapça kimisi Farsça ve diğerleri Avrupa'nın çeşitli dillerinde alınma sözcüklerdi. Churchill dört sayfayı da bizim önümüze koydu. 'Ayıp değil mi?' dercesine, 'Bakın efendiler, yok dediğiniz ve memleketinizin büyük bir bölümünde anadil olarak konuşulan Kürtçe'nin zenginliğini görünüz' dedi.
Yalnız olduğum için, en sıradan şey bile bana bir anlam yüklüymüş gibi geliyordu. Sanki buzul tabakası olduğundan daha soğuk, daha gizemliydi; gökyüzü göz alıcı, berrak bir mavilikteydi. Buzulun üzerinde yükselen isimsiz tepeler, yanımda bana eşlik eden biri olsa görüneceklerinden çok daha büyük, büyüleyici ve tehditkâr duruyorlardı. Dahası, duygularım da aynı şekilde yükselmişti. Kendimi iyi hissettiğim anlar çok coşkuluyken, umutsuzluk anları çok daha derin ve karanlıktı. Kendi hayatının süregelen dramıyla sarhoş olmuş genç bir adam için bütün bunlar muazzam çekicilik taşıyordu.
Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça, iki kişi ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?
“Acı ne bedende ne de ruhta olur. Acı ikisinde birlikte, yani insanda olur. İnsan her ikisinin birleşimidir. Etkisi bedende yaşanır; etkisi fizikseldir. Ancak tecrübesi ruhta oluşur. Tecrübe manevidir. Etki olmadan tecrübe olamaz. Tecrübe eden kişi olmadan etki algısı oluşamaz. Bu, tıpkı kör adam ile topal adamın orman yangınından kaçarken birbirlerinin de hayatını kurtarmalarına benziyor. İkisi de ayrı ayrı hayatta kalamazdı ama beraber bunu becerdiler. Onların birliği, bir araya gelmeleri hayatlarını kurtardı. Tecrübe ile acının durumu da aynı böyledir.”