İnsanlar niçin yalan söylerler ve iftira ederler? Benim naçiz kanaatime göre, iftira sadece çirkin değil, aynı zamanda gülünç ve aciz bir şeydir de. İnsan tabiatı iktizasınca birbirlerini kötülemek isteyenler sadece düşmanlarının hayatlarına baksınlar, yeter.
Bazen düşünürüm, ne garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?
Din, olağan kavram ve kategorilerin ötesinde dile gelmez bir gerçekliğe yöneldiğine göre, konuşma sınırlayıcı ve karıştırıcıydı. Eğer bu hakikatleri ruhun gözüyle "görmüyorlarsa", fazla deneyimi olmayan insanlar yanlış düşünceler edinebilirlerdi.
İnsanoğlu kendi durumunda bir şeylerin yanlış olduğunun farkındadır; insanlar kendilerini, kendileri ve başkalarıyla mesafeli ve içsel doğalarından uzakta ve yanlış yönlendirilmiş hissederler.
Aynı manasız gülümsemelerle dolu olan yirmi dakika bana bir saniye kadar kısa göründü. Zihnimden binbir türlü şey geçiyordu. Fakat bunları dar bir zamana sıkıştırmaktansa, hiç söylememeyi tercih ediyordum.
Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum...
İşaya'nın aşkın perspektifince onaylanmayan böylesi bir seçim üzerine kurulu bir teolojinin tehlikeleri, tektanrıcılığın tarihinde kanayan bir yara haline gelen kutsal savaşlarda açıkça ortaya çıkmaktadır. Tanrı, kendi önyargılarımızdan kurtulmanın ve bizleri eksikliklerimiz üzerinde düşünmeye zorlamanın bir simgesi olarak görülmeyip bencil nefretimizi meşrulaştırma ve mutlaklaştırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bu, Tanrı'nın da tıpkı bizler gibi, sanki kendisi de bir başka insanmış gibi davranmasına yol açmaktadır. Böylesi bir Tanrı, insandan kendine karşı acımasız bir eleştirellik talep eden Amos ve İşaya'nın Tanrısı'ndan daha cazip ve popüler olabilmektedir.
Örneğin eski İran'da, bu dünyadaki her kişi ya da nesnenin, ilahi hakikatin asli dünyasında bir karşılığı olduğuna inanılırdı. Bu, modern dünyamızda anlamakta güçlük çektiğimiz bir yaklaşımdır, çünkü bizler özerklik ve özgürlüğü en yüksek insani değerler olarak görüyoruz. Oysa şu ünlü post coitum omne animal tristis est* deyişi bugün de ortak bir tecrübeyi dile getirmektedir: Hararet ve büyük bir şevkle beklenen anın ardından, çoğu kez, sahip olduklarımızın ötesinde kalan daha büyük bir şeyi kaçırdığımızı hissederiz.
*(Lat.)"Birleşmeden sonra bütün canlılar hüzünlenir."
Tarih boyunca insanlar ruhun bu geçici dünyayı aşan boyutunu hissettiler. Gerçekten de insan zihninin bu biçimde kendisini aşan kavramlar düşünebilmesi onun dikkate değer bir özelliğidir. Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu aşkınlık deneyimi yaşamın gerçeği olmuştur.
Tanrının yukarıdan bana inmesini beklemek yerine kendi içimde O'nun duygusunu yaratmaya çalışmam gerektiğini duymak beni bir yığın endişeden kurtarırdı.
Adam sen de, yeni bir ateş söndürür başkasının yaktığını. Yeni bir acıyla hafifler eski bir ağrı. Başın döndü mü öbür yana döndür başını. Başkasının güçsüzlüğüyle iyileşir umutsuz keder. Gözlerine yeni bir zehir bul ki, yok etsin ötekinin zehrini.