Öne çıktı ve lastikten yapılma mührü ve küçük teneke kutuya koydukları mürekkepli keçeyi öğretmenin önündeki masaya bıraktı. Öğretmen damganın üzerindeki yazıya baktı: “Macun Biriktirme Derneği, Budapeşte, 1889.”
“Nasılsın?” diye sorulduğunda içimden bir çığlık gibi yükselen, “Yalnızım, çok yalnızım,” sözcüklerini söylememeyi başarıyor ama yine de sebebini ve kaynağını pek anlayamadığım tuhaf bir denge içinde hayatımı sürdürüyordum. Karım öleli altı yıl olmuştu.
Ve hata yapmaya izin verilecekti! İnsanın, omzundan bakan bir öğretmeni hayal kırıklığına uğratma, bir sınıf dolusu arkadaşın önünde aptal görünme korkusu olmayacaktı.
Yeniden gök tırmalayanlar, geniş caddeler, orman, ormanda boa yılanları, bizon sürücüleri, geniş kenarlı şapkalarıyla kovboylar, patlayan tabancalar, doludizgin atlar. Atlar en çok. Beyaz, kırmızı, kara atlar. Kovboyların atları.
“Şimdide” yaşamıyor olma düşüncesinin sonucu, deneyimimizin yeterince yoğun olmadığı hissidir. Hayatın yanı başımızdan geçip gittiği ve “gerçekten” yaşamadığımız duygusu ortaya çıkar: Deneyimler gelip geçer ama herhangi bir anlamları yoktur.
Çoğunlukla hayatımızın ne kadar düşüncesizce ve şuursuzca geçtiğini fark etmek için kaderin sillesini yemek gerekir.
Tatminkar bir hayat neye benzer? Şöyle denebilir: Geçmişi olduğu gibi kabul etmeliyiz. Yaşanmış bir olayı değiştiremeyiz, ama deneyimlerimiz sayesinde şimdiki zamanla ve gelecekle daha iyi yüzleşebiliriz. Kişisel mutsuzluğun genellikle geçmişle barışma konusundaki isteksizlikten kaynaklanması tesadüf değil.