Vaktiyle, Birinci Türk Dili Kurultayı'nda, büyük edip, Halid Ziya Uşaklıgil, bir tebliğde, aydınlarımıza "Türkçeyi sevme dersi" vermişti. Demiştik ki:
"Ben, Türkçenin ezeli bir aşıkıyım. Hepimiz öyle de ğil miyiz? Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerinde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o li baslar altında, kendi cevherinde sevdim.
Ben eski Babıali (katiplerinden işittiğim süslü dili) sevdiğim gibi, Aksaray'da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zaraf etlerle dolu Türkçesini de sevdim.
Ben Divan Edebiyatı'nın gazelleriyle mest oldum.
Fakat sevgili İzmir'imin, İki Çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.
Ben o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altın işlenmiş takkesiyle gördüm.
Ben onu perişan gönüllü şairin:
O gül-endam bir al şale bürünsün yürüsün Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün beytinde olduğu gibi, bir al şala sarınıp yürüdüğünü gö rerek de sevdim.
Başında hotozu, belinde kuşağı, sadef kakılı seriri üzerine uzanmış; yahut Sa'dabad'da, Göksu'da seyrana çıkmış haliyle de gördüm, yine sevdim.
...
Türkçeyi sevmek budur. Bir dil, kendi öz evlatları tarafından, ancak böyle sevilir.