İnsan, bilinen ile bilinmeyenin sınırındadır daima. Zihnimizin bir kısmında; konuşulmamış ve dile gelmemiş olanın karanlığında oturan ve henüz varlığa bürünmemiş potansiyellerimiz yatar. Bu konuşulmamış yarımız kendimiz hakkında bildiklerimizi bazen yıkar geçer, bazen de onun yerini alır.
Kendimizi bildiğimizi sandığımız kimi zamanlar,
“… Ne yaşadığımızı bilmeye çalışıyoruz. [... ] İnsan yaşamı olasılıklar alanıdır; hayal kırıklığı ile umut arasındaki, olası gerçekler ile imkânsız hayaller arasındaki bir mücadeledir.”
-Maria Zambrano
" Bilene ve bilgiye saygı Allah'ın, Rasulallah'ın, alimlerin ve ariflerin hep emrettikleri temel bir edeptir. Biz bu edepten uzak olduğumuz için ne bilebiliyoruz ne de bilmeye çalışıyoruz."
- Peki ayrıntılar ne olacak? Ah bu ayrıntıların önemini bir anlayabilsek. İnsanların iç dünyasına ancak ayrıntıları bilerek girebileceğimizi bir öğrenebilsek. Canım bu kadar şeyi de bilmeye ne gerek var? diyerek hemen yorulmasak. Acaba bir gün insanımızı tanıyabilecek miyiz? Ne dersin?
+ Efendim?
- İnsanımız diyorum. Bizim insanımız. İthal malı insan değil, bizim insanımız; ithal malı bilim değil, bizim bilimimiz, ithal malı düşünce yerine bizim düşüncemiz. Biz daha çok bilim nakilciliğinden medet umduğumuz gibi, insan nakilciliğinden sonuç çıkarmaya çalışıyoruz. Şimdi Mustafa İnan’la uğraşacak yerde Newton’un hayatını okusaydık diye iç geçiriyoruz.
Şu halde Newton'un başına düşen şu meşhur elma ile Pamuk Prenses'e takdim edilen cadı elması aynı olabilir mi, ya da her ikisi de Âdem'in yediği elma mıdır? Sonuçta mitoloji ile bilim, her ikisi de insanın trajedisinin bir ürünü. Varoluşa tutunmak için bilmeye çalışıyoruz, güç ihtiyacı için bilmek zorundayız, ama bilimle ama sihirle... Eğer Prometheus'un Tanrıdan çaldığı ateş bilgiyi temsil ediyorsa, bilim zaten mitolojiden çıkmış değil midir?