(Allah'ın varlığının, bu bilimin) konusu olması mümkün değildir. Şöyle ki, her bilimin konusu, o bilimde varlığı verili olarak kabul edilen bir şeydir ve (varlığı verili olarak kabul edilen şeye ait)l durumlar o bilimde araştırılır. Bu, başka yerlerde de bilinen bir husustur. Şanı yüce olan Allah'ın varlığının, konu gibi bu bilimde verili kabul edilmesi mümkün değildir, bilakis o, bu bilimde araştırılan bir şeydir. Şöyle ki, böyle olmasa, (Allah'ın varlığının! bu bilimde ya (i) verili olarak kabul edilmesi ve başka bir bilimde araştırılması, ya da (ii) bu bilimde verili olarak kabul edilmesi ve başka bir bilimde de araştırılmaması gerekir. İki seçenek de geçersizdir. Zira (Allah'ın varlığının) başka bir bilimde araştırılması mümkün değildir, çünkü (ilk felsefe| dışındaki bilimler ahlâk, siyaset, tabiat, matematik ve mantıktan ibarettir. Felsefi bilimler kapsamında, bu tasnif dışında başka bir bilim bulunmamaktadır. Bu bilimlerin hiçbirinde şanı yüce Tanrı'nın (el-ilâh) ispatı araştırılmamaktadır ve araştırılması da mümkün değildir. Sana pek çok kez tekrarlanan ilkeler üzerinde birazcık düşündüğünde bunu zaten anlarsın.
II. Abdülhamit 1876'da tahta çıktığı zaman, Tanzimat (1839) ve Islahat ( 1856) fermanlarının bütün vaatlerine rağmen, memlekette ve Osmanlı halkları arasında, düzgün işleyen bir idare sistemi kurulamadığını bir daha tekrar edelim.
II. Sultan Hamit'in bir de «İttihad-ı İslam», yani «Müslümanların Birleşmesi» taraftarı olduğundan ve böyle bir siyaseti aktif bir şekilde takip ettiğinden bahsedilir. Bu, sadece bir masaldır. Ve elle tutulur tek teşebbüsü ve delili yoktur.
İlk anlaşmazlık, Meclis'in ilk çalışma günlerinde uç vermistir. Ittihat ve Terakki padişahın (Abdülhamit II) ilk olarak -Mebuslardan önce- yemin etmesini istemiştir. Kâmil Paşa bu yeminin 1876'da(1. Meşrutiyet Meclisi açılırken) yapıldığını ileri sürerek isteği geri çevirmistir. Halil Bey'in ısrarına kızmış ve Ittihatçilarca bağışlanamayacak görüşünü bildirmiştir.
“Canım siz ne oluyorsunuz, bu Meşrutiyeti Padişahımız Efendimiz lütfettiler." Bu yanıt sivil, asker Ittihatçi lider takımını fevkalâde öfkelendirmiş, özellikle Hafız Hakkı Bey'in (Paşa) sert karşılığında ifadesini bulmuştur.
Başlarda bir kaç kez okumayı bırakmayı düşündüm.Sebebi, çok çok ayrıntı tahliller.Genel Konu ilginç.Fakat akıcılığı zora sokan ayrıntı alatımlar insanın sabrını zorlamakta.
II.cildi de var bakalım okurmuyum.
Ciddi konuşmak gerekirse, bir düşüncenin yaygınlığı onun doğruluğunun kanıtı değildir, hatta doğru olma ihtimalini arhrmaz bile. Bunun tersini ileri sürenler, şunları varsaymak zorundadır: 1- Zaman geçtikçe, yaygınlığın kamtlama gücü zayıflar, kaybolur: Yoksa bir defa evrensel doğru sayılmış bütün eski hataları yeniden kabul etmek, mesela Ptolemaios sistemine dönmek veya bütün Protestan ülkelerde Katolikliği geri getirmek gerekecekti; 2- Uzamdaki uzaklaşmamn da aynı etkiyi yapması gerekir: Yoksa Şudizm, Hıristiyanlık ve İslam taraftarları düşüncelerinin evrenselliği konusunda sıkınhya düşerdi. (Bkz. Bentham, Tactique des assemblees legislatives, cilt II, s. 76.)
1672. Âişe radıyallâhu anhâ şöyle dedi:
Bazı insanlar Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e kâhinlerin yaptıkları hakkında fikrini sordular da Resûl-i Ekrem:
- "Aslı olan, (doğru) bir şey değildir" buyurdu.
- Ey Allah'ın Resûlü! Ama onların bize verdikleri geleceğe ait bazı haberler söyledikleri gibi çıkıyor, dediler.
Şartlar ve olaylar yani imparatorluğun çöküş faciası ise, onların bu ruh halini durmadan besler.
Hülasa bu genç nesil, Sultan II. Abdülhamit'e ve onun ilkel nizamına karşı elbette savaşa geçeceklerdi.
Cafer Çelebi geldiği vakit ona:
"İslam askerini itaatsizliğe ve ısyana tahrik edenin cezası nedir" diye fetva istedi; o da:
"Eğer sabit olursa cezası idamdır" deyince:
"Senin fesadın bence gerek lahikan ve gerek sabıkan sabittir ve kendi hakkındaki fetvayı kendin verdin" diyerek divan-ı hümayun önünde boyunlarını vurdurdu.