"İnsan böyle kötü olabilmek için bir şeye inanmak zorundadır."
Imre Kertesz
Sözde bir Latin ülkesinin, sözde bir totaliter rejiminde, rejimin muhafızlığını üstlenmiş teşkilat mensuplarından çaylak bir polis eskisi...
Hayatta olduğunu hissetmek için yanıp tutuşan, ben de varım burada demek için rejime direniş hareketlerinde yer almak isteyen babadan zengin, toy bir delikanlı..
An geliyor ve kader onları bir soruşturma dosyasında denk düşürüyor. Tabi, 'burada kaderin rolünü de biz üstlendik..' diyen teşkilatın son güzide marifeti gözardı edilemez.
Figüranlar, perde, dekor, sahne... Bunların hepsi değişmeye müsait olsa da hikaye aynı kalıyor.
Biz bu seyire, birinin günlükleri diğerinin ise yargılanırken hücresinde kaleme aldığı yazılardan oluşan bir derleme ile davetliyiz.
kitapla kalın...
sonsöz:
Latin Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
ding ♬ dang ♬ dong ♬
etenşın piliiz… değerli okuyucular, maskeli balomuz başladı başlayacak… -mak üzere yani.. koltuğunuza kurulun ve ve anın tadını çıkarmayı unutmayın.
~~~~
Hak dostum hak.. bizden seneler seneler önce rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki İsa Mesih'ten 1899 yıl sonra, adına Hadleyburg derler, dürüstlüğü ile meşhur bir kent var imiş.
Bu kentin sakinleri, senelerdir dürüstlüğü ile tanınır, hile hurdaya bulaşmadan yaşayıp gidermiş. Nesilden nesile aktardıkları bu namlarını en büyük gurur kaynağı bilirlermiş.
Vakti zamanında şehre yolunu düşüren(!) bir yabancı kuyuya bir taş atıvermiş ve kırk namuslunun taşı çıkarmasını seyre dalmış…
Eh be biraderim! ilk taşı en masumuz atsın diyeni ne çabuk unutuverdiğinizi sormazlar mı sandınız?
sıradaki şarkı, minik serçeden tüm sınanmamışlara gelsin :
♬ masum değiliz ♬
Ahmet Ümit
“ a İstanbul (beyim aman) sen bir han mısın
varan yiğitleri de (beyler aman) yutan sen misin”
diyerekten sazını eline alıp bu türküyü havalandırıyor Hisarlı Ahmet kocamış şehire karşı …
Kocamış diyorum, zira dönüp de mazisine bakınca benim diyen hesaplayamaz olsa gerek konanını göçenini. İşte bu kitap, böylesi bir tarihsel yolculuğa davet ediyor bizi, izlencenin doruklarına çıkarma vaadiyle hem de. Ve dahası bir polisiye aksiyonunda…
Büyün hikaye şöyle başlıyor: Amanvermez Avni nam başkomiserimiz Nevzat ve yardımcıları Sarayburnu’nda, Atatürk heykelinin hemen altında bir ceset buluyorlar. Kurban demek daha mı doğru olur bilemiyorum açıkçası çünkü ceset bir bakıma heykele adanmış gibi bir duruşta bırakılmış ve ayin havası katılmış gibi… Sonrasında ise maktulün bileklerinden bağlanmış avucunda madeni parayı farkediyorlar: İstanbulun kurucusu ve ilk isim babası olacak kral Byzas’ın efsane kenti Byzantion madeni parası. Zorlu bir maceranın işaret fişeği de işte bu cinayet oluyor.
Bir yandan polisiyenin en vurucu noktalarında gezinirken bir yandan da Başkomiser Nevzat bize İstanbul’umuzu adım adım, köşe bucak dolaştıracak. Maziden günümüze tarihin tozlu sayfalarında çıkılan seyahatte, bu kocamış şehirin ne insanlar yuttuğuna şahit olup aynı şehrin nasıl hem bir çiçek kadar narin hem de bir bıçak kadar keskin olabileceğine tanıklık edeceğiz.
kitapla kalın…
İstanbul HatırasıAhmet Ümit · Everest Yayınları · 201935,1bin okunma
Ivan Turgenyev
Turgenyev’in kaleme aldığı son eseridir Klara Miliç. Kitap ismini ses ve tiyatro sanatçısı olan genç bir kızdan alıyor. Karakter kitabın ilerleyen bölümlerinde intihar ediyor ve olaylar gelişiyor.
Eser bize Aratov
“İnsan, öleceğini
bile bile
nasıl yaşar?
Ya çıldırır
ya da öleceğini
unutur…”
-
Nazım Hikmet Ran
Tolstoy, Tanrı ölmüş gibi davranan bir dünyayı acımasız bir ironiyle hicvettiği harika bir eser
İvan İlyiç'in Ölümü … Yüksek bir yargıç olan İvan, dünya telaşına kendisini kaptırmış bir karekter olarak çıkıyor karşımıza. Daha iyi, daha varsıl bir yaşam için türlü şeylere tevessül ediyor. Taa ki ölümün nefesini üzerinde hissedene kadar…
Ivan'a göre hayat, maddi mutluluk içinde "hoş bir biçimde akıp gitmesi" gereken bir şeydir. Ölüm akla dahi getirilmesine gerek olmayan bir olgu onun için. Mezuniyetinden beri taşıdığı ‘respice finem’ (sonunu hatırla) yazılı kösteğine rağmen.
Bir gün ansızın ölüm kapısını hiç de hissettirmeden çalıveryor. Başlarda önemsemese de bu durumu, hastalık zaman geçtikte esir alıyor İlyiç’i. O tarihten sonra bir hayat sorgulama süreci başlıyor. Ölümün biricikliği en derininden hissediliyor. Zira etrafında ölümler olsa dahi ölümü hiç de kendine yakıştıramayan bir karakter kendisi.
"Kay bir insandır, insanlar ölümlüdür, dolayısıyla Kay da ölümlüdür," ve "ölümlü" figürünü oldum olası kendinden uzak, "soyut bir terim" olarak düşündüğünü fark eder: "O, Kay değildi, sıradan bir insan da. Her zaman öteki insanlardan değişik, bam başka bir yaratıktı..."
Tolstoy’un onca sayfasında anlattığını Nazım bir kaç satırda aktarıveriyor bize:
İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar..?
Keyifli okumalar.. Kitapla kalın..
Charlie Mackesy
Toplum seyrinde karşılaştığımız insanları izlerken, vitrinden ne kadar mutlu, ne kadar sakin, ne kadar kendilerinden emin gibi görürüz onları… Oysa suyun üzerinde durmaya
Ahmet Ümit
Başkomiser Nevzat serisinin ilk köşe taşı ile herkese merhabalar. Ahmet Ümit’e hakkını teslim etmekle birlikte, sanki serinin diğer hikaye örgüleri için bir tür eskiz çalışması gibi geldi bana nedense Agatha’nın Anahtarı. Kitap, içeriğinde yer alan son hikaye haricinde diğerleri irili ufaklı polisiye denemelerden mürekkep güzel bir eser izlenimi sunuyor.
On hikayenin her biri, esasında yorumlansa bambaşka boyutlar kazanıp apayrı bir insanlık hikayesi çıkarmış gibi dursa da, yazar yormadan ve eğip bükmeden kaleme almış hikayeleri. Ancak belirtmekte fayda var ki, hepsinin arka planında ortaya koyduğu bir derdi var Ahmet Ümit’in: toplum… Kaldırımda yürürken dertsiz tasasız sanılabilecek insanların içerisine tuttuğu ışık takdire şâyan…
Kitaba adını veren hikaye ise polisiyenin olmazsa olmazı “kusursuz cinayet yoktur” mottosu üzerine kurulu olup ülkemizi ziyarete gelen ünlü polisiye yazarı
Agatha Christie ’ye kendini kanıtlamaya çalışan, yeteneksiz katil ama yalancı aşık bir adamın arasında geçen olayların anlatımından ibaret.
İrili ufaklı on polisiye masalını - ki benim favorim olan hikaye ‘Savcıyı Öldürmek’ - bulacağınız güzel bir seyire davetlisiniz.
kitapla kalın…
Jean Claude Grumberg
Dikkat… Bu hikayede geçen hiçbir şeyin gerçekle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Gerçekten…
Bu masal, öylesine esinlenmiş bir düşünce yumağıymış. Yoksulluk içerisinde yaşayan yaşlı ormancı ve eşi de yokmuş, bu çiftin yaşadığı
Köpek Kalbi ’nden sonra okuduğum ikinci Bulgakov kitabı oldu Ölümcül Yumurtalar.
Bolşevik İhtilali’nin henüz yeni yeni serpildiği 1924 yılında kaleme alınmış olan kitapta baştan sonuna değin tam bir Sovyet kritiği mevcut. Her satır arası her bir sayfa bizi başka bir metafor ile selamlıyor.
Bilim adamı ve zoolog olan Persikov’un, laboratuvarında türlü zorluklar içerisinde kurbağa embriyoları incelemek için çalışırken ‘kızıl’ bir ışın elde etmesiyle başlıyor hikaye. Rivayet odur ki bu ışın canlı organizmalar üzerinde mucize bir etki oluşturuyor, büyümelerinde müspet bir fayda sağlıyor. Profesörü heyecanlandıran bu gelişme, yardımcısının boşboğazlığı yüzünden kısa sürede ülke gündemine damgasını vurmayı başarıyor ve işler öylece çığırından çıkıveriyor ansızın. i
Sosyalizm eleştirisi ve “NEP** Men” denilen olgunun ortaya çıkışının masum yumurtalar ve kızıl ışının - Sovyet Kızılı hem de - sebep olduğu gelişmeler üzerinden anlatıldığı değerli bir izlenceye davetlisiniz.
kitapla kalın…
** 1921 yılından itibaren SSCB’de uygulanmaya başlayan ve Novaya Ekonomiçeskaya Politika olarak bilinen politikanın kısaltmasıdır NEP. Bir fikir olarak Lenin tarafından ortaya atılıp uygulanmaya başlamış, Stalin döneminde ise sonlandırılmıştır. Gaye SSCB ekonomisini canlandırmak olsa da bunda pek başarılı olunamamıştır.
Ölümcül YumurtalarMihail Bulgakov · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20193,683 okunma
Ahmet Ümit
Öncesinde yayınlanan iki hikaye kitabını saymayacaksak şayet, Kavim ‘Başkomiser Nevzat’ serisinin ilk kitabı olarak karşımıza çıkıyor.
Daha Vefa Lisesi’ndeyken ‘Aman Vermez Avni’ lakabıyla anılan
Jean Teule
Aradan geçen onca zaman sonra bile hikayeye hep şöyle başlayacaklar: "Umudunu kaybeden bir halkın hikayesi bu!"(sf. 47) 16. YY Fransa’sında gerçekleşen dans iptilasını konu alıyor yazarımız kendisine: Kurgu
İskender Pala
“Bu bab, Erdebil yakınlarında bir yerlerde yıldız toplayan çocuğun sevgiyle tanışması beyanındadır.” diye başlıyor bütün hikaye… Bakmayın adının
Şah ve Sultan olduğuna; baştan sona bir sevgi arayışı, baştan sona bir sevgi
“- Ey hemşehriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten çok ken dinizde... Siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Türk Edebiyatı’nın klasik dönem eserlerinden biriyle selamlar sevgili okuyucu… Hüseyin Rahmi’den bu sene okuduğum üçüncü kitap oldu Kuruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç. Büyülü gerçeklik aklımı bizi yine kuşatmış durumda:)
76 yılda bir denk gelen Halley Kuyruklu Yıldızı 1910 senesinde halkı büyük bir kargaşaya sürükler. Kıyamet senaryoları ile kuşatılan halk yediden yetmişe bu olayı konuşmaktadır. Sözüm ona 5 Mayıs günü dünyaya isabet edecek Halley ile dünya son bulacaktır ama mahalle dedikodularında her kafadan ayrı bir ses çıkar. Kimisi halamın yıldızı der, kimisi kuyruğuna saçına laf söyler, adeta insanlaştıran bir tutum sergilerler yıldızı. Cehalet safsatası bambaşka bir boyuttadır.
Bu şekilde başlayan hikayemizin ikinci derininde, kadınlardan yüzü gülmeyen kahramanımız beliriverir birden. Bu safsataların birine bin katarak kadınlar için Halley hakkında bilgilendirme maksatlı(!) konferanslar düzenler. Amacı, böylece kadınlardan öcünü almaktır. Kitabın bu kısmında fazlasıyla birli yükü yer almaktadır. Kahramanımız kadın halkı ver ha ver dolduruşa getirir ve adeta onları kıyamete hazırlar. Ancak ava giderken av olan garibin olacaklardan haberi yoktur.
Kuruklu yıldız gölgesinde gelişecek aşka bakalım kahramanımız hazır mıdır?
Büyülü Safsataya sizler de davetlisiniz.
Keyifli okumalar…
John Steinbeck
Adı bilinmeyen ülkeden selamlıyor bu defa bizi yazar… Salinas Vadisi’nin enginliklerinden alışık olduğumuzun aksine bu defa adı bilinmeyen bir ülke seçilmiş mekan
Panait Istrati
İşte böyle, sevgili okuyucu! Stavro ya da Dragomir olarak tanıdığımız kahramanın yolculuğu en kısa şekilde böyle tanımlanabilir belki de… Romanya’nın küçük bi kasabasından başlayan yolculuk İstanbul, Ankara, Erzurum gibi ülkemiz topraklarında sürüp