Dolayısıyla Ali Birinci'nin söylediklerinden çıkardığımız sonuçlar şudur:
1. Sansürü her türlü yasak için kullanmak bir dil gevezeliğidir.
2. Sansürü Abdülhamid dönemiyle özdeşleştirmek bir hafıza tembelliği değilse kasıtlı bir çarpıtmadır.
3. Basından her türlü yasağı kaldıran İttihatçılar birkaç yıl sonra eskisinden beter bir düzen kurmuşlar, bırakın gazete kapatmayı (ki Şehrah gazetesini üst üste tam 13 defa kapatmış, gazete 14 defa isim değiştirerek çıkmak zorunda kalmıştır), muhalif gazetecilerin cezası artık sokak ortasında vurularak verilir olmuştur.
4. Keza Cumhuriyet döneminde de, özellikle Takrir-i Sükun kanunuyla basına ağır bir sansür uygulandığını, bir günde 6 gazetenin birden süresiz kapatıldığını bildiğimiz halde Abdülhamid döneminde sanki bir istisna imiş gibi muamele etmenin mantığı var mıdır?
5. Nihayet "Basın Bayramı" nın 1948 yılında yani tam da sansürün dorukta olduğu bir zamanda kutlanmaya başlaması yeterince açıklayıcı olmalıdır.
..Tekrara düşmek pahasına hatırlatmakta fayda var ki, tüm bu kutsallık örnekleri, devletin inkılabı halka anlatmak için özel olarak yazdırıp dağıttığı eserlerde geçenlerdir. Aslında kutlamalar süresince, Gazi’nin, devletin, inkılâbın, devrimlerin nasıl metafizikleştirildiğini anlatmak için, sadece Kutlulama Yüksek Komisyonluğu’na bağlı faaliyet
26 Eylül 1938, Dil Kurumu Bayramı gecesi idi. Atatürk radyoyu dinlemiş ve kendisi tarafından orada söylenmek üzere emirler vermişti. Bunun gecikmesi, hırslanmasına neden olmuştu. O geceyi rahatsız olarak geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı.
26 Eylül 1938, Dil Kurumu Bayramı gecesi idi. Atatürk radyoyu dinlemiş ve kendisi tarafından orada söylenmek üzere bazı emirler vermişti. Bunun gecikmesi, hırslanmasına neden olmuştu. O geceyi rahatsız olarak geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki izahlarında, "Demek ölüm böyle
olacak" diye uzun uzun gördüğü rüyayı anlattı. Rüyadaki olay, Selanik'te ihtilale ait bir komitecilik vakası idi. "Salih'e söyle, ikimiz de kuyuya düştük. Fakat o kurtuldu" demişti.
Eylül’de Dil Bayramı kutlamaları düzenlenir. Atatürk İbrahim Necmi Dilmen’in bayram konuşmasını radyodan dinler ve ülkenin bayramını telgraf yoluyla kutlar. İki gün sonra ise sırada Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Hayreddin Barbarossa’nın (Barbaros Hayrettin Paşa) Hıristiyan donanmasını Preveze’de mağlup edişinin dört yüzüncü yıldönümü vardır. Boğaziçi’nde, sadece Osmanlıların Doğu Akdeniz’deki egemenliğini hatırlatmak için değil, Mussolini İtalyası’na gözdağı vermek için de olanca şaşaayla düzenlenen “ışık oyunlarını” hasta yatağından, odasının penceresinden takip eder. Hayatının son haftalarındaki ziyaretçiler arasında eski yaveri, General İzzeddin Çalışlar da vardır. Kadınların ikinci kez katıldığı yerel seçimlerin sonuçlarını Celal Bayar’dan telgrafla öğrenir. Takvimler artık 15 Ekim’i göstermektedir.
Atatürk 16 Ekim günü akşam saatlerinde komaya girer...
İkinci Abdulhamit'in Manisa'ya sürdüğü bir vezir, Rüştü Paşa, her Nevruz günü, Mesir şenlikleri olurken:
"Neyleyim seyr-i Mesiri dil esir-i gam iken"
dermiş. Bu hüzünlü mısra, Manisa halkı içinde yalnız babamın kalbinde yer etmişti. O da aynı gün hep bunu tekrar eder dururdu. Lakin, kendine göre bir sürgün hayatı geçiren annem de dahil olmak üzere büyüklü küçüklü bütün Manisalıların ve bütün Aydın vilayeti halkının bu en neşeli, en cümbüşlü bayramıydı.
Soru: Türkçeyi doğru kullanma çabamız yok sanki...
" Kesinlikle! Dil Bayramı' nda Türkçeyi kullanmaktan söz ediyoruz. Kullanıyoruz ama kötü kullanıyoruz. Yapısını araştırmıyoruz, dünyadaki diğer dillerin zenginliği ile karşılaştırıp düzenlemeye kalkışmıyoruz.
20. yüzyılda Türkçeyi kullanmak demek; "divanda ve dergahta; çarşıda ve pazarda" kullanıp konuşmanın ötesinde bir keyfiyettir. Türkçeyi önce bilgisayarda doğru kullanmalıyız."