Ama insan düşünceleri, izlenimleri, çağrışımları denetleyemez ki! Aniden gelen saçma sapan ve önemsiz bir imgeyi bile engelleyemezsin. Zaten önemli mi, önemsiz mi olduğunu da bilemezsin.
-İnsanın huzuru ve memnuniyeti dışarıda değil, içindedir.
-Nasıl yani?
-Sıradan bir insan iyiyi ya da kötüyü dışarıdan bekler. Düşünen bir insan ise kendinde bulur.
Hayat can sıkıcı bir tuzaktır. Düşünen bir insan olgunluğa eriştiğinde ve tam bir bilinç kazandığında kendini istençsiz olarak sanki çıkışı olmayan bir tuzağın içindeymiş gibi hisseder. Aslında insan, iradesi dışında birtakım tesadüfler tarafından yokluktan var olmuştur. Peki neden? Varlığının anlamını ve amacını öğrenmek ister, sorularına cevap alamaz ya da saçma sapan cevaplar alır. Kapıyı çalar, ama açan kimse olmaz. Ölüm de aynı şekilde iradesi dışında karşılar insanı.
Her türlü zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda tatminsizlik ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşünmek gülünç değil midir?
Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni...
Anılar biçim olarak değişmeyebilir, ama yıllar boyu önemlerinin vurgulanması onlara korkunç boyutlar kazandırabilir. Terk edilmenin yarattığı soğuğu, parmaklıkları ve yalnızlığı sık sık aklına getirirsen, her seferinde, içinin derinliklerinden, sana, “Görüyor musun? Gene de yaşam böyle işte,” diyecektir bu deneyim.
Nedenler, hepsini aynı anda, hatta oldukları biçimde göremeyeceğimiz kadar büyük olabilir, ama gene de kendi gerçeklerimizden, kendi nedenlerimizden söz edebiliriz.