İnsan satranca oyun dediğinde dahi hakaretamiz bir kısıtlama yapmış olmuyor mu? Aynı zamanda bir bilim, bir sanat, yerle gök arasında süzülen Muhammed’in tabutu gibi bu kategoriler arasında süzülerek tüm karşıt kutupları birbirine eşsiz bir biçimde bağlayan bir şey değil mi satranç? Kadim ama her zaman yeni, yapısı itibariyle mekanik ama yalnızca fanteziyle etkin, geometrik açıdan kaskatı bir alan içine sınırlı ama sınırsız kombinasyona sahip, kendini sürekli geliştiren ama sürekli steril, hiçbir yere vardırmayan bir düşünüş, hiçbir şey hesaplamayan bir matematik, eseri olmayan bir sanat, nesnesi olmayan bir mimari ve buna karşın varlığı ve varoluşunda kanıtlamış olduğu gibi bütün (tüm) kitaplar ve eserlerden daha kalıcı, tüm halklara ve zamanlara ait olan ve can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek ve ruhu germek için hangi tanrının yeryüzüne bıraktığını bilmediğimiz tek oyun. Nerede başı? Sonu nerede? Her acemi onu oynamaya girişebilir ama o yine de bu değiştirilemez varlıktaki kare içinde özel bir usta türünü yaratacak güçtedir.
Kadın daha çok ayna nöron sistemi ile empati kurar, erkek ise temporal barietal bağlantı sistemi empati kurar. Kadın karşısındakinin hislerini kendisi de hisseder, erkekse duygusal empati yerine bilişsel empati yapar ve sorun çözme odaklı davranır.
"Ben kiracılarımı iyi tanırım Bay Bukowski! saygın ve işi olan insanlar kalır burda!" "Yok ya?"
"Evet, Bay Bukowski! yirmi yıla yakın bir süredir işletiyorum burayı ve sizin dairenizde olup bitenleri asla başka dairelerde görmedim! burda her zaman saygın insanlar barındırmışızdır Bay Bukowski."
"Evet, öyle saygındırlar ki, iki haftada bir, orospu çocuğunun biri çatıya çıkıp o sahte saksıların arasına, çimento girişe balıklama atlar."
"Öğlene kadar odayı boşaltın Bay Bukowski." "Saat kaç?"
"Sekiz."
"Teşekkür ederim."