1930’lu yıllarda Berlin, diplomatlar için çok önemli bir görev yeriydi. Almanya bir kez daha büyük bir güç olarak ortaya çıkarken dünya Adolf Hitler ile yandaşlarını; onların geçit resimlerini, gamalı haçlı gösterilerini, korkutucu silahlarını ve siyah üniformalı hücum kıtalarını büyülenmiş gibi izliyordu. Kimse, oyuncak kurşun askerleri andıran disiplinli Alman taburlarının birer öldürme makinesine dönüşeceğini ve Hitler’in başlatacağı savaşta da elli milyon insanın öleceğini aklına bile getirmiyordu…
Hiç ölmeyecekmiş gibi görünen Hindenburg bütün yaz boyunca çöktükçe çöktü ve sonunda 2 Ağustos sabahı, saat dokuzda, seksen yedi yaşında öldü. Üç saat sonra, öğle üzeri, bir gün önce kabinenin almış olduğu bir karar gereğince, Başbakanlık makamı ile Cumhurbaşkanlığı makamının birleştirildiği, Adolf Hitler’in Devlet Başkanlığı ve Silâhlı Kuvvetler Başkomutanlığı görevini üzerine aldığı açıklandı. Cumhurbaşkanı unvanı kaldırıldı; Hitler’e Führer ve Alman Başbakanı (Şansölyesi) denilecekti. Artık diktatörlüğü tamamlanmıştı. Hitler herhangi bir delik bırakmamak amacıyla bütün silâhlı kuvvetlerdeki subaylara ve erlere bir bağlılık yemini ettirdi: subaylar ve erler, Almanya’ya ya da Hindenburg'un yerine geçecek Cumhurbaşkanının seçtirilmemesiyle bozulmuş olan Anayasaya bağlılıkları üzerine değil, Hitler’in şahsına bağlılıkları üzerine yemin etmişlerdi. Yemin şoyleydi :
«Alman İmparatorluğunun ve halkının Führer’i, Silâhlı Kuvvetlerin Başkomutanı Adolf Hitler'e kayıtsız şartsız bağlı kalacağıma ve kahraman bir asker olarak ettiğim bu yemin gereğince hayatımı tehlikeye atmaya her zaman hazır olacağıma Tanrı adına and içerim.»
Valla bu kitap hakkında ne yazılır,ne yorum yapılır bilemedim.
Turgut GÜRSAN'ın yorumlamaya çalıştığım 2.kitabı,daha önce Dünya Tarihinin Perde Arkası adlı kitabını okumuş ve incelemesini sunmuştum.O incelemede aynen şunu söylemiştim "Bir çok yerde bu adam uçuyor dediğimiz halde Belki... ve Acaba... demekten de geri kalamıyoruz.
Yazar
İki şeyi bilmeden Nazilerin ilk yıllarında Alman Protestanlarından çoğunun davranışını anlamak zordur: Bunlardan biri Protestanlığın tarihi, İkincisi de bu tarih üzerinde Martin Luther’in etkisidir. Protestanlığın büyük kurucusu hem koyu bir Yahudi düşmanıydı, hem de siyasî otoriteye bağlılığın en ateşli taraftarıydı. Almanya’nın Yahudilerden kurtulmasını istiyordu. Yahudiler gönderilirken “bütün paralarına, mücevherlerine, gümüşlerine ve altınlarına” el konulmalıydı. Luther, «Sinagoglarıyla okulları ateşe verilmeli, evleri yıkılmalı... ve çingeneler gibi çergilere ya da ahırlara tıkılmalıdırlar... bu sefalet içinde durmadan ağlayıp sızlayarak bizi Tanrıya şikâyet etsinler,» diyordu. Bu öğütleri Hitler, Goering ve Himmler dört yüzyıl sonra harfi harfine yerine getirdiler.
..bir Almanın evinde, bürosunda, ya da bir lokantada, bir birahanede, bir kahvede bir yabancıyla yaptığım konuşmalarda en aydın ve en çok eğitim görmüş sandığım kimselerden bile öyle garip fikirler dinledim ki, şaşırıp kaldım. Radyoda dinledikleri ya da gazetelerde okudukları birtakım saçmaları papağan gibi tekrarladıkları belliydi. Ara sıra ileri gitmek, daha fazlasını söylemek isteyenler oluyordu, ama bunu yapmak isteyenlere, sanki Tanrıya sövmüş gibi, şüpheyle bakılıyordu, Onlar da, iyice sapıtan, doğruluk denen şeyi hor gören Hitler ve Goebbels’in sözlerini hayatın gerçekleri gibi kabul eden kafalarla ilişki kurmaya çalışmanın ne kadar yararsız olduğunu anlıyorlardı.