“Hiç olmazsa tek bir insanla, sanki kendi kendimleymişim gibi her şeyi konuşmak istiyorum.” demişti Budala kitabında Dostoyevski.
Her şeyi konuşmayı geçtim, konuşacak insan bile bulamıyoruz artık. Söylemek istediğimiz şeyler düğümleniyor çoğu zaman boğazımızda. Haykırmak istiyoruz bazı şeyleri insanların yüzüne yüzüne. Ama içimizde bir şeyler geri çekiyor bizi. Nedendir bilmem. Güvensizlikten mi dersiniz kendine ya da başkasına olan, umutsuzluktan mı dersiniz söyleseniz bile hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair umutsuzluktan… günümüz insanının muzdarip olduğu konu bu değil mi zaten? Tüm mutsuzluğumuz, kırgın ruh hallimiz, geleceğe dair beklentilerimizin büyük bir kısmını kaybetmemizin altında yatan sebep ruhumuzun yaralarını tamir edebilecek, doyasıya konuşmak imkanını bulabileceğimiz insanların olmaması değil midir hayatımızda? Her ne kadar kendi başına kalmak bazı durumlarda güzel olsa da tamamen insanlardan soyutlanmak mümkün değil zira Aristoteles’in de dediği üzere insan toplumsal bir varlıktır aslında. Hatta Şükrü Erbaş’ın şu kitabının adı çok hoşuma gider: insanın acısını insan alır. Ne kadar doğru aslında değil mi? Zehir ve panzehir gibi aslında. Bize acı veren de insan ama o acımızı alacak olan da insandır. Üzüldüğümüz zamanlar konuşacak birini bulduğumuzda, içimizi döktüğümüzde nasıl da rahatladığımıza dikkat edin. Bütün o yükü sevdiğiniz biriyle birlikte taşımak, hayat denen güzel ama bir o kadar da acımasız serüvende üzerinizdeki ağırlıkları biriyle paylaşmak nasıl güzel bir duygudur kim bilir. Ne mutlu kendi kendisiyle konuşuyormuşçasına rahatça muhabbet edebileceği birini bulan insanlara.