Sadık Hidayet'in Kör Baykuş'u dün gece bitti. Sanki kitabın güçlü kolları vardı ve beni omuzlarımdan tutup öyle sert ve hızlı bir şekilde sarstı ki, deyim yerindeyse tam anlamıyla allak bullak oldum ve hâlâ kendime gelebilmiş değilim.
Kısacık bir kitapla okuru bu hale getirebilmek için bedeninin değil, yazar rûhunun eliyle yazmış olmalı.. Öyle derin, öyle erişilmez bir yerlerden süzülüp gelmişti ki cümleler... sayfalar yanağınızda sağlam bir tokat olup patlıyordu ve siz acıya aldırmaksızın gönül rızası ile diğer yanağınızı çeviriyordunuz..
Kör Baykuş'u okuduktan sonra kızdım Sadık Hidayet'e, Stefan Zweıg'ın okuma olanağımızı elimizden aldığı, yazacağı nice eserler için kızdığım gibi kızdım.
Sonra dedim ki kendi kendime: Bu kadar derin ve hassas bir ruh, güzellikleri arayan, bulamayan, ümitsizliğe düşen, acı ve kederi yoğun bir şekilde hisseden bir insan nasıl dayanabilirdi ki..
Émile Zola beni bu rûh halinden Yaşama Sevinci ile çıkarmak istedi. Bu davete kayıtsız kalmam mümkün değildi gerçi ama tabiri caizse kitap tereddüt etmeme fırsat bırakmadan bir alıcı kuş gibi pençelerini omuzlarıma geçirip göğe yükselmeye başladı. Bakalım Émile Zola beni Yaşama Sevinci ile nasıl bir yolculuğa çıkaracak. Hoşçakal Sadık Hidayet, hoşçakal Kör Baykuş..
Ve, ben, kitapların kanatlarına tutunmadan nasıl yaşanır, kitapların ipine sımsıkı sarılmadan karanlık kuyulardan nasıl çıkılır, göğüs kafesini kitap sayfalarının kokusu ile doldurmadan nasıl nefes alınır hiç bilmiyorum..