Bazı kitaplar bittikten sonra da sayfaları dönmeye devam eder. Uyurken, çalışırken, yemek yerken, hakikatte kaç sayfaysa üzerine eklene eklene çevrilir bomboş sayfalar zihinde. Görünmez bir kalemle yazılmaya, düşünülmeye, üzerinde konuşulmaya gebedir. Bazen sarsıcı, etkileyici, bazen sorgulayıcı, huzursuz edici, insanın aklına bir bit yeniği sokan, yerinden eden, türlü türlü hallere sokar durur. İşte ben de böyle, 19. yüzyılın sonlarında bir yazar olsaydım bu kitabı okuduktan sonra “Yazılması gereken ne varsa yazılmış zaten!” deyip kağıdı ve kalemi bir kenara savurur muydum acaba? diye günlerdir düşünüp duruyorum. Birçok eleştirmen ve edebiyatçı tarafından yazılmış en üst metin olarak kabul görmüş Karamazov Kardeşler ve henüz üniversitedeyken okuyup etkisinde kaldığım Suç ve Cezayı düşünerek, 20. yüzyıl insanının, insan ruhunun sonsuz potansiyelini, en derin dehlizlerini, en ücra köşelerini, türlü türlü hallerini Dostoyevski sayesinde öğrendiğini söylesem büyük bir laf mı etmiş olurum? Acaba onun o yaratma cesareti, saralı tutkusu, sınır bilmez yeteneği olmasa modern insana dair bildiklerimiz, bunu anlatma ve yazma becerimiz bu kadar etkin, insan ruhuna dair tahlillerimiz bu kadar derin olur muydu?
Dostoyevski’nin hayatından çarpıcı ve gerçekçi izler taşıyan Karamazov Kardeşler, baba Fyodor Pavloviç Karamazov ve oğulları etrafında gelişen olayları din, adalet, tanrı, felsefe, suç, psikoloji ve sosyoloji gibi birçok açıdan eleştirerek bütün bir insanlığa, yaşamdan damıttığı son damlaya kadar, tüm kelimeleri, olanca gücü ve tüm varlığıyla bir şeyler söylemeye çalışır gibi, duyuyor musunuz ?