Dünya, bir kule nöbet yerinde bir siluet dolaşıyor. Gece, sürüklenerek geliyor arkasından. Yıldızlar dökülüyor gökyüzünün kara atlasından. Pembe kar taneleriyle örtülüyor yanardağların ağzı. Nehirler kanıyor – kanımız değil-. Yalnızlıklar mayalanıyor -aklımız değil-. Zelzele değil fakat toprağı sarsan, biziz. Dünya, etrafı sarmaşıklarla çevrili bir kule. Bir mahkumun ayak sesleridir mazgallardan dışarıya sarkan.
Türkiyem, sevgili yurdum, kolları bağlı ülke
yaralı bir eşkıya gibi çırpınıyor şafak
yüzündeki kaygı içimi acıtıyor,
soluyor Hakkari, sararıyor Reşko dağının ak papağı.
Türkiyem, sevgili yurdum, kolları bağlı ülke
tedbil ve hüzünle geçiyorum güneydoğu sınırından
genç bir köylünün aklına çakılı
kırık bir ayna gibi, ürkek;
göğ ekinler türkü söylüyor
uğultularla çalkalanıyor gökkubbe
yankılanıyor yüreğimde bir ceylanın ince çığlığı
Giyim kuşam zarifliğine değer vermekle beraber, hemcinslerimin üzerindeki elbiselerin dikimindeki kusursuzluk derecesine hiç aldırış etmem çok kere.
Ama bir akşam, Milano’da özel bir toplantıda tanıştığım kırk yaşlarında görünen bir adam, sırtındaki elbisenin pürüzsüzlüğü ve kesilişindeki mutlak güzellikle gerçekten göz alıyordu.
Bilmiyorum