Hamlet, Ophelia’nın “Ne okuyorsunuz?” sorusuna, “Sözcükler, sözcükler, sözcükler…” yanıtını verir; acaba vakitten bol bir şeyi olmayan, bu nedenle bütün “mesaisini” babasının katilinin, amcası olduğunu kanıtlamaya verebilen Hamlet, bir elinde kitap, bir eli çenesinde, aşağı yukarı dolaşarak neyi okuyordu? Yüzyıllar boyunca incelemeciler, boşu boşuna Hamlet’in gerçekten “deli” olup olmadığını araştırmışlar; bu uğurda yeryüzünün bütün çöllerinden çok daha fazla kâğıt, ırmaklarından çok daha fazla mürekkep harcamışlar. Sonuç sıfır! Hâlâ Hamlet’in “deli” olup olmadığını bile bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Hamlet’in okuyan (ya da okuma taklidi yapan… Ama bana sorarsanız, gerçekte ne olduğunu bilmediğimiz o kitabı okuyan) bir prens oluşudur.kitap prensin hesaplaşmasının bir simgesidir. Hamlet’in asıl hesabı da, kendi kendisiyle olandır. Ama bu hesap, Hamlet’i olduğu kadar bizi de değiştirir işte. Her okur yazarıyla hesaplaşır; yazarla hesaplaşırken, kendi kendisiyle de hesaplaşır. Durun, her okur değil. Metni yüreğinde duyabilen okur. Metni yüreğimizde duyamıyorsak, onu yeniden anlamlandıramıyorsak, her okuyuşta başka anlamlar, başka tatlar alamıyorsak, bu nice okumaktır...