“Söylediğin gibi, hayatın bir anlamı yoktur. Herkesin kişisel olarak yüklediği anlamlar vardır.”
“Hayatın bir anlamı…”
“Yoktur ama yine de yaşamaya değerdir.”
Gökyüzünde uçuşan kelebek misali, yüreğim öyle kederli ki, gelsen yanıma.
Bir kelebek misali, dokunsan ruhuma,
Dokunduğun yerden yeşillense yaşamaktan vazgeçmiş dallar. Kanatlarını ufka açmış kelebek gibi gelsen konsan umuduma,
Mavisiyle siyahı ile tozlarını eksen tuvalime.
Bir ressamın ahenkle dönen fırçasındaki ilham olsan,
Da Vinci’nin sanat
‘‘Sadece zihnî değil, gezegen içinde de kaybolmuş bir insan…Sanki herkes köşesini bulup oturmuş. Hayatın akışı ve dünyanın düzenini herkes kabullenmiş. Fakat ben… Ben yapamamışım.
Bir kadına kapı açmak, bir kadının hesabını ödemek, bir kadının zaten kolayca yapacağı bir şeyi gereksiz bir şekilde yapmaya çalışmak… Bunlar bana göre kadınları aciz gösteren hareketler. Elbette bana yakınsan kapımı açabilirsin, elbette param yoksa hesabı ödeyebilirsin, elbette beni başka bir erkeğe karşı koruyabilirsin. Ama bu davranışların toplumda yansıması bambaşka olabiliyor. Çünkü psikoloji davranışta başlar. Bu davranışlar yığını bazı cahil erkeklerin zihninde kadınları zayıf bir noktaya konumlandırıyor. Fakat kadınlar zayıf değildir, korunmaya da ihtiyaçları yoktur.
Düş bir kez dağılıp yok olduktan sonra insan eski sağlam kafa düzenine kavuşabilseydi olay pek de önemli olmayacaktı - zihinsel suç işlemenin öyküsüdür bu. Herkes çok iyi bilir de hiç kimse bundan rahatsız olmaz. Ama ne yazık! bazan biri çıkar işi biraz daha ileriye götürür. Acaba, diye merak ediyor insan, acaba böylesine ululanmış soyut biçimiyle bile insanı böylesine derinden sarsan bir düş bir de gerçekleşirse, neler olmaz? Lanetli kuruntu dirilir, onun var olması bir suçtur.
Sayfa 8 - Can Yayınları - Justine D. A. F. DE SADEKitabı okudu
‘‘Bir zamanlar bir adam ile kadın vardı. İkisi birbirini çok sevmesine rağmen ailesi kavuşmalarına izin vermiyordu. Beraber kaçarak evlendiler. Parasızlık, işsizlik ve türlü sorunla mücadele ettiler. El ele verip her şeyin üstesinden gelmeyi başardılar. Bir çocukları oldu, adını ‘‘Umut’’ koydular. Çocuk 16 yaşına geldi. Adam ve kadın boşandı.’’ Aysel tepkisizdir, Burak konuşmaya devam eder. ‘‘Bir zamanlar hapishanede bir mahkûm vardı, 40 yaşında cinayet sebebiyle hapse girdi. İlk ay bütün aile fertleri onu ziyarete geldiler. Zamanla önce uzak akrabaları, sonra en yakınları ve hatta kardeşleri bile ziyarete gelmeyi bıraktılar. Eşi onu terk etti, çocukları da unuttu. Fakat annesi tam 20 yıl boyunca onu ziyarete gelmeye devam etti. Sonunda anne yüksek tansiyon sebebiyle vefat etti. Adamın bir daha tek bir ziyaretçisi olmadı. Hapiste işlediği bir cinayet yüzünden müebbet hücre cezasına çarptırıldı. 12 yıl boyunca yalnız başına hücrede yaşadı ve öldü. (Soluklanır) Sanırım evrenin bir kuralı var. Kütle çekim gibi, izafiyet gibi bir kural… Bu öyle bir kural olmalı ki tanrı bile bu kurala dokunmuyor: Gereksiz acı… Bazı insanlar sert ve adil olmayan hikâyelerin içinde yaşıyorlar. Dört yaşında tepesine roket düşen çocuk ya da kendini korumak için eli silahlı bir pisliği öldüren hemşire, hiçbir şeyden haberi olmayıp zehirli gaz soluyan bir Orta Doğu vatandaşı ya da gündüz vakti sokak ortasında çete çatışmasının ortasına denk gelen bir Amerikalı…