Rus Topraklarında bir sürü insanla tanıştım. Dostoyevski, Tolstoy, Gogol ve daha niceleri. Bunlar genelde beni şehirde ve ufacık bir zaman dilimi için de taşrada konuk ettiler. Taşra da Ruslar dışında Kazak halkını da görmüştüm. Ama sadece gördüm. Benim için bu etnik topluluk kapalı bir kutuydu.
Mihail Şolohov, nihayet bu kutuyu açıp içindekileri bana sundu. Mihail Şolohov, Durgun Don eseriyle Kazakların kültürlerini, yaşayışlarını, toplumsal ilişkilerini kısaca Kazakları belgesel tadında okura sunuyor.
Melehov ailesi üzerinden toplum hakkında bilgi edinirken, bir yandan da Birinci Dünya savaşında Rus ordusunda yer alan Kazakların savaştaki rollerine tanıklık ediyoruz.
En üstten yani devlet tarafından inen demir yumruğun Kazakları darmadağın etmesi, ezilen halkın zihinlerine yeni sorular oluşmasına neden oluyor.
Köylerinde hasatlarını kaldırırken, birden ne olduğunu anlayamadan savaşa çağrılan Kazaklar kendilerini cephede buluyorlar. Burada Tolstoy'un Savaş ve Barışındaki gibi bir yaşam ve ölüm çizgisi ortaya çıkıyor. Ne ve kimin için savaşılıyor.
Gregor Melehov, bu sorulara yanıt ararken aynı zamanda kendisini karanlık bir çaresizlik içinde buluyor. Sadece Gregor değil, kurulan sahra revirlerinde yatan askerlerin suratlarında da sessiz çığlıklar görüyoruz...
Yazar için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Romandaki coğrafi bölgeyi anlatırken kullandığı tasvirler gerçekten kusursuzdu ve okuyan kişinin zihninin çok ender rastlayacağı lezzetlere sahiptiler.
Savaş, çaresizlik ve merhametsizlik altında ezilen köylerinden koparılmış Kazakların hüzünlü hikayesi okunmaya değer değil, mutlaka okunmalı...