Osmanlı zamanında meczuplara dair bir fetva varmış: “Bir meczuba üç ila altı mızrak yaklaşılmaya. Yaklaşıldığında deli mesul olmaya.”
Adına ister “deli”, ister “meczup”, isterse de “mecnun” deyin, fark etmez, yaşadığımız şehirlerde, ilçelerde, köylerde hayat ile irtibatını kopartmış, manen çoktan baki âleme göçmüş insanlar vardır. İşte yazar bu kitabında, çevresinde tanıdığı ya da hikâyesini dinlediği halk dilinde deli denen ama yazarın gözünde cezbe halindeki insanları anlatıyor. Sadece ruhsal olarak aklını yitirmiş değil, aynı zamanda normal bir insandan beklenmeyecek kadar olağanüstü davranışları olanları da “deli” diye anlatmış. Bu insanlar günlük hayatta sokakta karşılaşabileceğiniz kişiler, hatta içlerinden tanıdıklarınız bile çıkabilir. Delileri okurken kim akıllı, kim deli bir daha sorgulama ihtiyacı hissedebilirsiniz.
Erasmus’un Deliliğe Övgü’sünden sonra delilik üzerine yazılmış en müessir kitap bu oldu.
“Bir deli sadece, yalnızca, asla, bizatihi deli değil; bir şehrin hafızasıdır. İnsanlığımızın vicdanıdır. Merhamet adlı bir delikli çalgıdır. Ney gibi!”
"Bir deli öldüğünde ölen sadece bir insan değildir! Onunla birlikte ölen çocukluğumuzdur. Masumluğumuzdur. Muzipliğimizdir. Yüzümüzdeki samimi gülümsemelerdir."
"Bir adam yollara düşer, bir diploma almak için şehrin kapılarına dayanır... Diplomasını alamamıştır ama o koca şehir aklını almıştır adamın!"