Babamın Ankaralı edebiyatçı arkadaşları arasında
Cemal Süreya
Metin Altıok
Vecihi Timuroğlu
Ahmet Telli’yi sayabilirim.
Aziz Nesin ve Yaşar Kemal
O yıllarda Ankara’ya geldiklerinde bizim evde kalırlardı.
12 Eylül 1980 günüydü telefonumuz sabahın çok erken bir saatinde acı acı çaldı.
Babamın bir arkadaşıydı
“Ahmet darbe oldu! Tedbirini al, kitaplarını sakla diyordu
Hangi kitaplar?
Nazım Hikmet’ler
Marx, Engels ve Lenin’lerden bahsediyordu elbette…
Türk siyasetine darbe vuran ve ülke demokrasisini adeta köstekleyen ve çevresine duyarsız, çıkarcı ve apolitik insanların yetişmesine sebebiyet veren 12 Eylül darbesini yıl dönümünde kınıyorum. Bu tarz darbe ve benzeri girişimlerle Türk demokrasi tarihine yön verilmemesini ve Türk demokrasisinin kesintiye uğramamasını temenni ediyorum.
"7 Haziran 1981, Pazar. Halis Ayhan bir müddet önce Ankara'da "din eğitimi" konusunda yapılan ve Tuğgeneral Osman Güngör Feyzoğlu tarafından idare edilen istişârî toplantı hakkında bilgi verdi. Toplantıda daha çok "ilkokuldan itibaren" din derslerinin "mecbûrî olması" üzerinde durulmuş. Ancak İlâhiyat Fakültesi'nden İbrahim Agah Çubukçu ile Neda Armaner ısrarla, özellikle Çubukçu, buna "karşı çıkmıştır". Böyle bir şeyin laikliğe, Atatürkçülüğe, demokrasiye ve kanunlara "aykırı olacağını" söylemişler. Hükümet temsilcileri daha önce bu şekilde "karar" alındığını, "devlet başkanının" da böyle "emrettiğini" ifade ederek onları "susturmuş". Osman Güngör Paşa konuşmaları sırasında "bir kaç defa" şunu da söylemiştir: "Bir asırdan beri "dine zulmedilmiştir", haksızlık yapılmıştır, bu haksızlık "giderilecek", dine önem verilecektir"
Bir düşünün.. Bu kitap olmasa burada yazılanları böyle derli toplu, bizzat yaşayanın ağzından, eksiksiz ve olduğu gibi nasıl öğrenecektik? Ben böyle anı, otobiyografi türünde kitapları “yazarıyla sohbet” eder gibi okuyorum. Sanki Tarık Bey’le kalabalık bir sofradayız, o anlatıyor, biz de dinliyoruz. Kah gülümsüyor, kah öfkeleniyor, kah hüzünleniyoruz.. Ne büyük ayrıcalık olurdu o sofrada oturmak, ne büyük keyif.. İşte ben o ayrıcalık ve keyfi hissediyorum.
Kitabı 6. Bölüme kadar müthiş bir gerilimle okuduğumu ancak 6. Bölüme geldiğimde fark ettim: Bu bölümün neredeyse tamamını gözlerim yaşlı okudum. Tıpkı Tarık bey gibi, yaşananların ağırlığı ve şoku üzerime öyle sinmiş ki, 6. Bölümde o gerilimden biraz sıyrılınca duygularımı koyverebilmişim. Bu, aynı zamanda beyefendinin yazarlık yeteneğinin de kanıtı bence. Öyle bir anlatıyor ki, siz de orada onunla yaşıyorsunuz her şeyi, hissediyorsunuz. Gerçi 4. Bölümde Yol filminin hikayesini okurken gerilim düzeyi biraz daha düşüyor, hafiften bir rahatlama geliyor insana. Öyle de güzel bir arada bağlanmış ki filmin hikayesi kitaba, “Aaa ne güzel oldu ya şimdi bu,” dedim.
Öte yandan, itiraf etmeliyim ki zamanlama olarak hata yapmışım: bu kitap bir tatil, en azından yaz tatili okuması değil. Belki kış tatili.. Ama yine de tatil zamanınızda böyle şeyler üzerine düşünmek istemeyebilirsiniz. O nedenle bu uyarıyı da yapmadan geçemedim.Yine de, söylemek zorundayım: iyi ki okumuşum dediğim kitaplardan biri oldu.
Son olarak: En sonunda bir Albüm bölümü var, siyah beyaz da olsa fotoğraflar eklenmiş ve bence bu da zenginlik katmış kitaba.
Ali Aktaş 12 Eylül darbesinin ardından tutuklandı ve Adana 1 No’lu Sıkıyönetim mahkemesinin kararıyla, 23 Ocak 1983 gecesi Adana Cezaevi’nde idam edildi. Doğum gününde, idam edilen Ali Aktaş, idam sehpasına marş ve sloganlarla gitti.
Uzun bir mektup kaleme alan Ali Aktaş mektubunun bir bölümünde inancını, "Ben yakalanabilirim ama halkımın mücadelesi hiçbir zaman ölmez öldürülemez. Halk bağrında nice tohumu, tohumları türetmiş ve türetecektir. Evet ben ölüme giderken hayata erken veda etmekte olmama yanmaktayım. Yoksa öleceğime değil. Her gün her zaman ölümden korkmadım. Korkmayacağım da." diyerek dile getiiriyordu.
Sevgisini, sevgi dolu yüreğini ise kağıda şöyle döküyordu: "Ben şuan yazdığım ve yazamadığım nice dost ve akranlarımın tümünü yüreğimde taşıyarak, bilincimde taşıyarak gidiyorum. Evet Ganime analar, Hatun analar, Hüsne nineler Zehra nineler Hamit amcalar. Abbas babalar, Nursel bacılar, Yusuf kardaşlar ve daha bilmem kimler kimler. Ben sizden gelmiş, ben bağrınızdan türemiş biri olarak sizleri düşünmeksizin nasıl giderim hiç mümkün mü? Evet sevgili analarım, babalarım. Ben gidiyorum. Giderken şerefimle gidiyorum. Ama onlar sömürücüler sömürü soygun düzeninin sahipleri komprador patron ağa devletinin savunucuları şerfsizlikleriyle her gün ölecekler."
Ali Aktaş, dünyada belkide doğum gününde idam edilen tek sosyalist olarak hafızalara kazındı.
“Sevgili Babacığım!
Her şeyden önce selam ve saygılarımı iletip aydınlık yarınlar diliyorum.
Sizlere bu satırları yazmamın en önemli nedeni, kendinizi benim için suçlamamanız ve bu konuda soğukkanlı davranmanıza katkıda bulunabilmek istememdir. Sizler elinizden geldiğince bana destek olup, iyi bir şekilde yetişmeme çalıştınız.
Ancak içinde
İskenderun Lisesi son sınıf öğrencisi Ali Aktaş, 17 yaşını doldurduğu gün Adana Cezaevi’nin askeri kamyonlarla çevrilerek kapalı hale getirildiği açık garajında idam edildiği belirtiliyor. Aktaş’ın idam öncesi son kez kaleme alacağı mektubu yazma zamanını uzattığı savunulan tutanaklarda, Ali Aktaş’a 'mektubunu kısa yazması'nın belirtildiği kaydediliyor.