Veda etmek. Aslında işin en zor yanı buydu: İnsan bir kez akıl hastanesine girdi mi, delilik dünyasında var olan özgürlüğe alışıyor, hatta ona bağımlı hale geliyordu.
Yoluna ölmek dedi.
Yol dedim.
Alıp başını gitmek dedi.
Gitmek dedim.
Bir Ahh çekip dostlardan ayrılmak dedi.
Dost dedim.
Durdu bana baktı, dost diye mırıldandı.
Yüreğime nasıl koysam bilemediğim dedi.
“İyileştim mi?” “Hayır.Siz farklı bir insansınız,ama herkes gibi olmak istiyorsunuz. Bu da bana kalırsa,ciddi bir hastalıktır.” “Farklı olmayı istemek bir hastalık mı ?” “Evet,kendinizi herkes gibi olmaya zorlarsanız,öyle. Nevrozlara,psikozlara,paranoyaya yol açar. Doğayı çarpıtmaktır bu,Tanrı’nın yasalarına karşı gelmektir; dünyanın bütün dağlarında,ormanlarında,bir tek yaprağı bile bir başkasının tıpkısı olarak yaratmamıştır Tanrı. Oysa siz farklı olmayı delilik sayıyorsunuz,onun için de Villete’te kalmayı yeğlediniz çünkü burada herkes farklı ve böylece siz kendinizi herkes kadar normal görüyorsunuz. Dediklerimi anlıyor musunuz?” “İnsanlar doğaya aykırı davranıyorlar çünkü farklı olmaya cesaret edemiyorlar,o zaman da bünye Vitriol üretmeye başlıyor. Bu zehrin yaygın olarak bilinen adu Acılaşma’dır.”
Veronika aslında ölmek istemiyordu bence. İntihara kalkışma yöntemi buna bir işaret. İnsan yavaşça ölmek mi ister.
Villeta'da geçen 3-5 günlük bir yaşama sevincine dönüş hikayesi.
İnsan ne zaman öleceğini bilseydi eğer bu kadar çok takar miydi bu yaşamı?
Sadece Veronika'nın değil çevresindekilerin de yaşamaya olan inançları tekrar gün yüzüne çıktığı güzel bir kitap.
"Öyle değil mi? Sen ölmek üzere olsan birine telefon etmeyi düşünür müsün?"
"Eh," dedi Simon, kullandığı üçüncü sözcük de buydu. Eh. Müşteriler onun verdiği tepkiyi duymazlardı bile çünkü işine devam ederdi, eski usul jiletli ustura kullanıyordu. Sol başparmağıyla müşterinin çenesini hafifçe yukarı kaldırır, elinin altında kalın şahdamarının attığını hissederdi.
"Yok canım," diye devam etti genç adam, "hiç inandırıcı değil, öyle bir anda herkes sadece kendini düşünmekle meşguldür."
Günaydın. Modern çağ böyle işte, her kararımızdan her davranışımızdan ötürü müthiş bir mesuliyet müthiş bir duygu yükü var üzerimizde. Bundandır ki Tanizaki şöyle sorar: "Kalp denen ufacık makine, insanın yükünü nasıl taşıyacak?" Sahi, ufacık kalbimize çok yüklenmiyor muyuz sevgili okur? Hafiflemeli. Var olun.
Oradan ayrılınca üç gün üç gece kuzeye doğru yol aldılar. Geniş bir arazinin ortasından geçerken kulaklarına neşeli bir şarkı sesi geldi. Ceylan derisinden yapılmış urbasının beline sicim kuşak bağlamış bir ihtiyar, tarlaların arasındaki yollara düşen çeltik saplarını toplarken türkü söylüyordu. Konfüçyüs geriye dönerek sordu:
“Hey, Şiro! Bu
Ben savaşa gidiyorum, ama ölmek için gidiyorum. Aylığım yok, isteyenler yanıma gelmesin. Yağma düşünmem, düşünenler çevremden çekilsin. Rahat aramam, arayanlar arkama düşmesin. Kurşundan, gülleden korkmam, korkanlar karılarının yanında otursun. Mümkün olsa bütün vatan kardeşlerime şu zayıf vücudumu siper edeceğim. Mümkün olsa vatanımı
gönlümün içinde saklayacağım. Göğsüm parça parça olmadıkça, bir taşına kimsenin elini dokundurmayacağım. Duyuyor musunuz? Söylediklerimi anlıyor musunuz? Ölüm korkusunu gönlünüzden çıkarmak
elinizden gelir mi? Göğsünüzü vatanın sınırlarını korumak için siper eder misiniz? Kendinizi şimdiden ölmüş bilir misiniz? Ölümünüzü aramaya gidebilir misiniz?
Sayfa 15 - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Refik DurbaşKitabı okudu
“ Tamamen ölmek istemiyordum, ardımda iz bırakmak istedim, beni takip edebilmeleri için mi? Bazen iz bıraktığım hissine kapılıyorum, ama çamurlu ayakkabılarla cilalı bir parkenin üzerinde yürüyerek bırakılan ve küfrettiren izlerden. “