AYIN OĞLU
Çingene bir kadın bir gece şafağa kadar ağlayarak Ay'a yalvarır gün doğumunda.
Sevdiği adamın kendisinin olması için yakarır.
Ay bunu kabul eder ancak bir şartı vardır: Yalnız kalmamak için doğacak ilk çocukları Ay'ın olacaktır.
“~ Sen anne olmak istiyorsun, ve seni kadın yapan sevgiyi bulamıyorsun.
+ Söyle bana gümüş
AYIN OĞLU
Çingene bir kadın bir gece şafağa kadar ağlayarak Ay'a yalvarır gün doğumunda.
Sevdiği adamın kendisinin olması için yakarır.
Ay bunu kabul eder ancak bir şartı vardır: Yalnız kalmamak için doğacak ilk çocukları Ay'ın olacaktır.
“~ Sen anne olmak istiyorsun, ve seni kadın yapan sevgiyi bulamıyorsun.
+ Söyle bana gümüş
Şimdi, dedim, insan denen yaratığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün.
Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım: Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar.
Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş...
İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor ne de
Sevmek Zamanı'nda en etkilendiğim sahne hiç şüphesiz final sahnesindeki o ince nüanstı. Halil ile Meral'in ölmesine sevinmedim elbette ama diğer Yeşilçam fimlerinde aşina olduğumuz gibi Halil ile Meral evlenseydi ve gökten üç elma düşseydi şayet yönetmenin filmin başından beri ortaya koyup yürüttüğü o fikir çürümüş olacaktı. Aşk dediğimiz mefhumda; nefis yoktur, karşılık yoktur, terk yoktur, aşkın bu dünyada vuslatı da yoktur çünkü gerçek aşkta âşıklar kavuşmaz ve gökten hiç üç elma düşmez. Bana bir tane aşk hikayesi bulup getirin ki âşıklar sonunda kavuşmuş olsunlar.
Ya Kerem olur yanar
Ya Ferhat olur başına gürz düşer ve ölür
Ya da Mecnun olur çöllerde biter hayatı...
Leylâ ile Mecnun kavuşmuş olsaydı bugün konuşacak Leylâ ile Mecnun'umuz olmazdı. Keza Kerem ile Aslı'mız, Ferhat ile Şirin'imiz, Tahir ile Zühre'miz, Meral ile Halil'imiz olmazdı. Türkiye'den biraz uzaklaşalım; Romeo ve Juliet'imiz de olmazdı.
Hülasa; aşkın bu dünyada vuslatı yoktur.
Kürtler, Soğuk Savaş yıllarında hüküm süren gerginliği de adeta kendi varlık mücadelelerini muhafaza etmeye çalışarak atlatmayı denerler.
Gelgelelim SSCB'nin parçalanma dönemine girmesi; Türkiye'deki baskıcı rejimin Kürt topraklarında bir çatışma ortamının doğmasına neden olması; Irak'ta Saddam Hüseyin'in 1988'de özellikle Halepçe'de gerçekleştirdiği Kürtlere yönelik acımasız kıyımları ve neticede Körfez Savaşına uzanan kabul
edilemez politik tutumları; İran'daki 1979 İslam Devrimi ve 1980-88 arasındaki İran-Irak savaşı; 20'nci yüzyılın son çeyreğini Ortadoğu'nun devletsiz halkı Kürtler için kelimenin tam anlamıyla felaket yılları haline getirmektedir.
İşte böylesine çalkantılı bir evrede, Kürt sineması İran'da Bahman Ghobadi'nin ısrarlı çalışmaları sonucunda sessiz sedasız seyrini bulmayı dener. Kürt yönetmen, 1990 yılı itibariyle İran'da birçoğu kısa metraj ve belgesel çalışmalardan oluşan ve Kürtçenin aktif olarak kullanıldığı filmler çekmeye başlar. Bu süreç Türkiye'de de Nizamettin Ariç, Ümit Elçi gibi yönetmenlerin uzun metraj filmleriyle destek bulur ve Kürt sineması reel bir işlev kazanma adına önemli bir adım atmış olur.
Çünkü ölü bütün varlığını kaybederek,
toprak olur da unutur, onu öldürenler de
işledikleri cinayetin cezasını çekmezlerse,
utanç ve saygı duyguları insanları terk etmiş demektir.
Sayfa 9 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okudu
Gerçekten de, bu sayıklama, kolayca can yakma biçimine dönüşebilir. Hattâ bu sürece, hasta olmayan insanlarda bile rastlanabilir.
Kendine hayran kadın, bir erkeğin kendisine tutkuyla bağlanma masına akıl erdiremez; elinde beğenilmediğini gösteren açık bir kanıt varsa, o zaman, nefret edildiği yargısına vanverir. Yapılan bütün eleştirileri kıskançlığa, hınca verir. Başarısızlıkları, birtakım karanlık güçlerin işidir ve bunların varlığı, kendisine verdiği önemi doğrular.
Böylece, kolayca ben'ini büyütme hastalığına (megalomanie), ya da onun tersi olan, eziyete uğradığı kanısına kayabilin kendi evreninin merkezi olduğu ve bundan başka evren tanımadığı için, dünyanın mutlak temeli olur çıkar.