Fırat'ı da Dicle'yi de bir adımda geçen hüzün, Sümbül Dağı, sonsuz bir günbatımının hüküm sürdüğü İran çölleri, Tibet Platosu'nda otlayan ıssızlık sürüleri, balıkçı tekneleriyle dolu Sarı Deniz, Büyük Okyanus'un dibinde bu dünyanın en derin çukuru, aşk ve intikam için büyüler yapan Polinezyalılar, denizin içinden başını çıkarmış yanardağlar, İnkaların, Mayaların, Azteklerin ülkeleri, Atlas Okyanusu, Kanarya Adaları'nda beyaz pelerinli kadınlar ve erkekler, cehennem tanrılarına adanan Eski Kartaca, akordeonlarını omuzlarına atmış delikanlıların tırmandığı Atina tepeleri, yüzlerini denize dönmüş bekleyen iki çocuğun sırtlarını dayadıkları Konak'taki saat kulesi, adını bir Selçuklu komutanından alan Porsuk Çayı, Ayaş Kaplıcası'ndan göğe yükselen buhar, üzerinde kalın kırmızı şeritler bulunan iki bacasıyla ısı merkezi ve karla kaplı tepe, siyah köpek ve Başak, cam bir kürenin içinde gibiydi; kürede şarkının ellerinde.
"Ben hep bir şarkının ellerindeydim," diye fısıldadı Başak, "bu yüzden aranıza karışamadım." Fısıltısı camda şekilsiz bir buğu olarak kaldı.