Amin Maalouf'un ikinci kitabı ve ilk romanı olan Afrikalı Leo'yu ilk okuduğum zamandan bu yana 11 yıl geçmiş. Notlarıma baktığımda ne kadar birbirinden farklı iki okuma deneyimi olduğunu, bakış açımın nasıl değiştiğini açıkça görebiliyorum. Değişmeyen tek şey ise bir Maalouf romanının vermiş olduğu okuma zevki.
Amin Maalouf, Giovanni Leone de Medici olarak papanın vaftiz ettiği, Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati olarak bir berberin sünnet ettiği ve en bilinen ismiyle Leo Africanus’un (Afrikalı Leo) gerçek yaşam öyküsünü, kendi düş dünyası üzerinden bu kurgu esere yansıtıyor. Tarihi, modern edebiyatın arka bahçesi olarak işleyip, o arka bahçede bir edebiyat cenneti yaratıyor.
“Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama.” yazmış romanın bir bölümünde. Bu söz Sait Faik’i getiriyor aklıma; “Seyahatler çekiyor içim.” deyişini.
Gerçi Afrikalı Leo’nun yolculuğu, zorunlu bir göçle başlıyor. Yolculuğa çıkmakta isteksiz, diretiyor. Klasik “Kahramanın Yolculuğu” temasında olduğu gibi. Ama roman ilerledikçe bir soru takılıyor akla: Yolculuk mu onu çağırıyor, o mu yolculuğu çekiyor?
W.B. Yeats’in romanın başındaki epigrafı belki bu soruyu düşünebileceğimizi öngören Maalouf’un bize sunduğu bir pusuladır: “Yine de hiç kuşkun olmasın, Afrikalı Leo da gezgin Leo da bendim.” Yoksa epigraflar ne işe yarar?