İnsanlığın bu denli yitirilmediği, değerlerin önem arz ettiği geçmiş yıllardan kısa hikaye ve deneme yazılarından oluşan bir kitap yorumu ile karşınızdayım.
Bolca yaşanmışlık kokan satırlarda kendimden bir parça, en önemlisi de insaniyet ruhunun bulunduğu pek çok parça mutlu ederken şimdiki halimize de üzülmeme sebep oldu. Geçmiş mükemmel şimdiki zaman da çok kötü değil elbette. Ama çocukluk denildiğinde insanın yorgunluk bilmeden oynadığı sokak oyunları aklına gelmesi lazım ki çocukluk yaşanmış olsun. Ya da komşuluk, arkadaşlık ilişkileri bazından baktığımda şu an apartmandaki insanlarla iletişim bile kurmadığımız gözlerimin önüne geliyor. Dediğim gibi eskiler mükemmel değildi ama bir şeylerin kıymeti vardı, zaman bile daha kıymetli idi şu an zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız bir çağda yaşıyoruz.
Hikâyelerin hepsini canlı bir şekilde zihnimde canlandırıp kendim yaşamış kadar oldum diyebilirim çünkü hepsi sonlarında durup bir düşünme ihtiyacı hissettirecek nitelikte idi. Hikâyeler arasında arasında bana en çarpıcı gelen cümle ise "beş kuruş çok para mı anne?" oldu. Çocuk masumiyeti kavramının bir cümlede bu kadar güzel ifade edilişi idi belki de benim ilgimi çeken.
Kitabın sayfa sayısı az olmasına rağmen insanda bıraktığı etkinin oldukça büyük oluşu kitabı gözümde devleştirdi. Kitap, geçen zamanına şöyle bir göz atmak isteyenler için birebir
Yamalı YıllarBerkay Çelik · Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık · 2020218 okunma
Aşkta, dünyada, hayatta büyük bir mutluluk yoktur der bize Zeki Müren'in güzel sesi. Ama mü ziğin ağır ve kederli temposundan, tanıdık hava sından, hüznün ve kaybetmenin yalnız bize özgü bir şey olmadığını, tramvay dolu kalabalıkla birlik te, bütün şehre ait olduğıınu da mutlulukla anlar, teselli oluruz. Kendi acıklı aşk hikayemizin, her kesten saklamak istediğimiz yenilgi ve utancımızın aslında herkesin, bütün şehrin hikayesi olduğıınu anlamaktan, bunu eski müziğin gücüyle hissetmek ten daha büyük bir teselli olabilir mi?
Füsunların evinde sekiz yılba şı akşamı oynadığımız tomba la takımını sergiliyorum ... Bi zim evde de 1950'lerin sonun dan 1990'ların sonuna kadar kırk yıl, annem yılbaşı akşam ları önce ben, ağabeyim ve ku zenlerimi, daha sonraki yıllar da da torunlannı, aynı cins bir tombala takımıyla eğlendir mişti. Nesibe hala da annem gibi, yılbaşı gecesinin sonun da, oyun bitip, hediyeler dağı tılıp, çocuklar, komşular esne meye, uyuklamaya başlayınca, tombala takımını dikkatle top lar, kadif e torbadan tek tek çe kilen tahta rakamlan (90 tane) sayar.
Müzeleri seviyorum ve pek çokları gibi her geçen gün müzeler de daha mutlu hissediyorum kendimi. Müzeleri çok ciddiye al dığım için hazan öfkeli, kuvvetli düşünceler geliştiriyorum.
Ama müzeler hakkında öf k eyle konuşmak da gelmiyor içimden.
12.12.2022/Dağılma.
Bir depresyonu görünce tanıyacak kadar depresyon yaşadım. Veysel Nazlı'nın Dağılma'sı da bunlardan biri. Kitaba ben bir başlık verecek olsaydım bu "Tekdüze" olurdu. Çünkü onun aktardığı depresyonun çeşidi "tekdüze yaşam" depresyonu. Okurken içinde olduğum şartlarında etkisiyle boğuldum, bu öyle bir
Nişantaşı, Şişli, Taksim gibi denize uzak mahallelerde, apartman binalarında yaşarlar dı. Romanın hikaye ettiği 1970-SO'lerde bu yalıların büyük bir kısmı yakılıp yıkılmış, yer lerine beton yapılar yapılmıştı. Sonraki otuz yılda geri kalan yalıların neredeyse hepsi yı kıldı, çoğu betondan yeniden yapıldı ve ahşap ile kaplanarak "hakiki" gözükmelerine çalı şıldı. Ama kremalı pastaya benzeyen bu yeni yapıların içindeki hayatın, beton apartman hayatından bir farkı yoktu artık. Romanı yazarken her zamanki alışkanlığımla, Kemal ile Sibel' in Anadoluhisarı'nda gerçekten varolmuş bir yalıda yaşadığını hayal ettim. Hüzünlü, nostaljik yazar Abdülhak Şinasi Hisar'ın "Boğaz medeniyeti" dediği şeyin en özgün ürünü olan yalılardan hatırladıklarımı, kayıkhaneyi, sandal gezintilerini, yüksek tavanları, dev gemilerin sanki oturma odasının içinden geçişini ve kıyıdan balık tutmayı, yemek masası nın üzerindeki yiyeceklerle kızarmış istavritleri, çok sevdiğim 16. ve 17. yüzyıl Hollanda ölüdoğa resimlerinin hatıralarıyla ifade ettim.
Bir gün Türkiye’de zenginleşecek, Batı’da olduğu gibi müzeler, kütüphaneler, arşivler kurulacak ve o gün bütün bu eşyanın ve kendi çabalarının kıymeti bilinecekti.
Yalanlar, ikiyüzlülükler üzerine kurulan sahte bir hayat nereye kadar devam eder?
Var mı bir sonu?
Ve son dediğimiz şey nedir ki? Kurtuluş mu? Bir ceza mı? Biten şeylerin verdiği huzur mu?
Şebnem İşigüzel basit bir hikâyeyi, öyle ustalıkla kurgulanmış ki ; hayatı, insan olabilmeyi, zaaflarımızı, yalanlarımızı, haklı yada haksızlığı, masumiyeti, sorgulattırıyor okuyucuya.
Bir kadın ; ölüme beş kala yıkılan hayatının enkazı altında, kendini, yaşadıklarını, yaşayamadıklarını, paranın satın aldıkları ile kurduğu sahte hayatını paylaşıyor bizlerle...
"Yaşamak zor bilirdim. Ölmek daha zormuş. İnsan ölürken derin bir üzüntü duyuyor sadece. Yarıda kaldığı için, herkes yaşarken o gittiği için, yaşamak istediği için. Hayatım. Bir solukta anlattıklarım. Ben. İnsan yaşadığına inanmıyor ve yaşamaya devam etmek istiyor. Yaşamak istiyor. Yaşamak istiyorum. Ama artık çok geç. Bitti. Bu arada şunu söylememe izin verin lütfen : Hiç kimseyi bağışlamadım. Kırgın geldim, kırgın gidiyorum. Son birşey daha. Burada böyle ağzım açık can çekişirken ve peşinde ışık olması umuduyla karanlığa bırakmışken kendimi, 'İyiğe!' dedim sessizce. İyiliğe! İçimde kalmasın diye söylüyorum şimdi. İyiliğe. İyiliğe. İyiliğe. "
Füsun'un (birinci kutudaki) küpesinde de görünce heyecanlandı. Daha sonra, Aristo'nun anlarını birleştiren çizginin de (yani Zaman'ın) düz değil, spiral bir biçimi olması gerektiğini anladık. Kemal'in hikayesini an lattığı yatağın hemen yanındaki büyük delikten bakanlar, üç kat aşağıda müzenin giriş katında Zaman spiralini gö rürlerse "an"ları birleştiren çizginin Zaman'ı yaptığını an ladıkları gibi, şeyleri birleştiren spiralin de bir hikayeyi oluşturduğunu fark edeceklerdir. Kemal'e göre bir müze de yaşanabilecek en büyük mutluluktu bu: Zaman'ın Mekan'a dönüştüğünü görmek!