İnsan, ne idrâksiz mahlûktur!
Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir de, kendinin öleceğine inanmak istemez. Bâri, yaşamaktan ölümden korkmağa değer bir şey olsa...
Her lezzeti bir ihtiyâcın giderilmesinden ibâret olan hayâtın, herkes nesine tutkundur ?
Bu kadar adam gördüm, içlerinden hiçbiri dünyâdan hoşnut değil, hiçbiri de dünyâdan gitmek istemez... Ne delilik! Sanki bir avuç toprağa can vermekle her gördüğünü, her işittiğini, her düşündüğünü ister. istediğini elde edemezse, bin sıkıntı çeker. Elde ederse, edinceye kadar, yine bir sıkıntı çeker. Bir kuvvete kendini esir etmekte hiç lezzet mi olur?
Hiç, vücûdun aslı toprak olduğu meydanda iken, toprağa girmesinden mi korkulur?
İnsanın âhirete ağlaya ağlaya gittiğine niçin şaşırıyoruz?
Dünyâya da ağlaya ağlaya gelmedik mi ?
Kim bilir, dünyâ dediğimiz şu mezarlık niçin yaratılmış ?
Kim bilir, o mezarlığın dâima birbirinin ölüsünden geçinir nice yüz binlerce yüz bin türlü mahlûklarla dolmasındaki hikmet nedir ?
Ezelden insanın doğduğu güne kadar, bir tükenmez karanlık var!
Arada, bir hayat zamanı var. Öldüğü günden ebediyete kadar, yine bir tükenmez karanlık...
Öyle bir hayat ki hem nefes almakla devâm ediyor, hem nefes aldıkça azalıyor!
O türlü yaşayışta ne ferahlık bulunur?
Acayip değil midir?
Herkes ölümden korkar, fakat kimse sonu ölüm olan yaşamaktan korkmaz. Heskes ölümden kaçar, fakat kimse her adım attıkça mezara bir adım daha yaklaştığını düşünmez. Doğrusu, güzel dünyâ!
Bir insan ne vakit son durağına varırsa, o vakit rahatça yatabilir.