Deniz uzakta. Son vapur Karaköy'e dönmüş, iskelenin babasına gıcırdayan bir halatla bağlanmıştır. Söndürmüşler ışıklarını, sallanır usulca. Kim bilir nasıldır oraları bu saatte! Köprü dubaları son yükü de indirince hafifleyerek yükselmişlerdir. İskele sıraları bomboştur, bekleme odalarının kapıları kilitli. Buğday, tuğla, demir taşıyan manavların peşinden süzülerek uçan martılar nerelere siner geceleri! Haliç ve çürük yosun kokusu. Sabahçı kahvelerinde sabahı bulmak için uyuklayan garipler, yolsuzlar, işsizler gibi bir gözü açık uyuyan İstanbul'un gittikçe hafifleyen, ama hiç durmayan gürültüsü ve Filiz'in içinde bu gürültüye denk bir mırıltı. Akşam sofrasından kaldırılan tabak, kaşık, çatal sesleri. Kabak tenceresinin üstüne örtülen kapak, buzdolabında soğuyan su. Çekilen perde. Keser mi, balyoz mu, motor mu ne olduğu, nerden geldiği bilinmeyen, gündüzden kalma o ses ve bizden bir türlü elini çekmeyen yaşanmış günler. Bir söz beklenmedik zamanda söylenen. Bir bakış. Bir tortu içimizde.