Mevlânâ sırlara inanırdı, ama sırlardan önce insana inanırdı. Çünkü varlığın sırrı insandaydı. Eğer insan kendi sırrını anlayabilirse, yaşamın aynasında kendi ruhunu görebilirse, varlığın da sırrına erecekti. Tasavvuf deyimiyle söyleyecek olursak varlığın birliğine ulaşacak, varlığın bilinci, yani İnsan-ı Kâmil olacaktı, işte sır buydu, zirve buydu: "İnsan-ı Kâmil" olmak.