Lev Tolstoy’un Anna Karanina romanı şöyle başlar; “Bütün mutluluklar birbirine benzer fakat, mutsuzluğun kendine has bir hikayesi vardır.” Mutsuzluğun kendi zatında uzun, lirik bir hikayesi vardır. Yaşayanlar bilir.
"Tanrı yaşamın soluğunu bize, bırakalım ölüm onu boğsun diye mi armağan etti? Tanrı bize özgürlüğü, köleliğe bağımlı kalalım diye mi verdi? Aşkın alevini kendi elleriyle söndüren kimse, bu alevi ona bağışlayan Tanrı karşısında kafir olmaz mı?"
İkimiz de susuyorduk, mahcuptuk, her birimiz diğerinin konuşmaya başlamasını bekliyorduk, ama kalpleri yakınlaştıran şeyin sadece konuşmalar ya da dudaklardan dökülen sözler olmadığının farkındaydık.
Gerçek zarafet; bir kadınla, bir erkeğin ruhları arasındaki ahenkten ortaya çıkan aşktır.Benim ruhum ve Selma'nınki tanıştığımız o gün birbirlerine doğru mu çekilmişlerdi yoksa içimdeki bu hasret mi benim onu dünyanın en güzel kadınıymışçasına görmeme neden olmuştu? Yoksa aslında hiç var olmayan bir şeyden hoşlanmama sebep olan gençlik şarabından mı zehirlenmiştim?
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.
Mekanı cennet olsun.
işte ben hep böyle garip mahzun,
Bir şey beklermişçesine yaşıyorum.
Bazan öyle günlerim oluyor ki, Elâgözlüm,
Ne oldu, nasıl bitti şaşıyorum..
Bazı bilmem, gün nasıl başladığında,
Kayıp kayıp gidiyor dünya bıkkın bakışlarımdan.
Yaşıyorum, yaşıyorum da bitmiyor,
Bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman..
Yaşamak ne kadar çekilmez gelse de