Kötü şeyleri kabullenmek ilk bakışta biraz kaderci, belki biraz da tüyler ürpertici gelebilir. Ancak kocaman bir dünyada, değiştiremeyeceğimiz şeyler için savaşırken ömür bitmiş olabiliyor.
Ağzı, otuz iki inciyi dizmiş, iki latif lâlle de onları çerçevelemişti. Yanağındaki tüyler, aşığın ölümüne fetva vermedeydi. Çene çukuru erlerin başlarını vurmuş, erlikle topu meydana atmıştı.
"Ama eskiden de budalaydın, şimdi de budalasın, evet, düşüncesiz zavallı aptalın birisin sen...düşüncelerinin ardına takılmış, kendini durdurmak için onların hiçbirini durdurmaksızın; ne zaman aklına bir fikir gelse hemen çevresinde dönenmeye koyuluyor, gözlerini dikip ona öylesine bakıyorsun ki, sonunda uyuyakalıyorsun ertesi gün gözlerini açınca onu karşında görüyorsun, dün bu havada, bu güneşte bu düşüncenin nasıl olup da aklına gelebildiğini bir türlü anlayamıyorsun; zorunluluktan, anlıyor musun, seni böyle sevmek zorundaydım. Ellerim mi? Ne bakıyorsun bana? Ha, şu kızıl tüyler, parmaklarımın üstünü de kaplayan? Yüzükler... Çok mu? Sonra boyunbağımdaki şu iri iğne, saat zinciri... Çok mu fazla altın? Ne bakıyorsun bana?"
[….]
Babam!
Şimdi, boşlukta, ürkmüş bir sessizlik; anlamdan ve biçimden yoksun, durgunluk içinde suskun, ruhun erişemeyeceği tüm nesnelerle ağırlaşmış bir sessizlik.
Bir saniye geçti, ama sonsuzluk gibiydi. İçimde, kör gereksinimlerin, değiştirilemeyen şeylerin tüm yılgınlığını duyumsadım: zamanın tutukevi; şimdi doğmak, ne önce ne de sonra; bize verilen ad ve beden; nedenler zinciri; şu adamın fışkırttığı tohum: istemeksizin babam olan; bu tohumdan dünyaya gelişim; o adamın istemeksizin meyvesi olmak; o dala bağlı olmak; o köklerle dile getirilmek.