Ama ben de aramasını fırsat bilip yine yakındım. Üff, bu durumda, sözlerimi bağlayıp tatsız olmayacak şekilde görüşmeyi sonlandırmam gerekmesi, ne kadar sıkıntı vericiydi.
Muhabbet edelim mi?
Edelim.
Ne hakkında?..
Oibe sakalını kaşıyarak düşündü taşındı ve birden aklına yeni bir fikir gelmiş gibi memnun konuştu:
Saçmalarız!
Uff, bayılırım buna ne güzel! diye haykırdı Kahraman.
Ve bir saat boyunca saçmasapan şeylerden konuştular.
"Biraz önce olanlarla ilgili alaycı birkaç yorumun ya da kendini beğenmiş birkaç çıkarımın olmayacak mı?" Çünkü bu da onun yaşama sebeplerinden biriydi.
"Alay edecek bir şey olmadı," dedi basit bir şekilde dudak bükerek.
"Nasıl olmadı? Basbayağı oldu. Beni kıskandın mı su baloncuğu? Gerçekten süper yakışıklı mıyım,
"Çok güzel gülüyorsun. Ölü birini gülüşünle tekrar hayata döndürebilirsin," dediğinde yüzümdeki gülücüğün solduğunu hissettim. Nedense bana samimi gelmişti.
İnsanlar ne der diye düşünmeden olur olmaz her yerde ağlayıp, duygularımızı içimizden geldiği gibi ifade edebildiğimiz yaşlar ne güzeldi. Yıllar geçtikçe aldığımız yaş, kazandığımız statü, dayatılan kurallar, normlar, toplum baskısı bize en çok duygularımıza gem vurmayı öğretiyordu sanırım. Birine kızdığımızda kendimize hakim olmamız, ağzımıza gelen cümleleri yutkunmamız, burnumuzun direğini sızlatma pahasına gözyaşlarımızı zapt etmeye çalışmamız, bazen rahatsız bir kıyafetin içine kendimizi tıkıştırmamız, sıkıcı ortamlara tahammül etmeye çabalamamız bundandı işte. Çocukken öyle değildik, biliyorum. En azından her gün tam otuz çocuğun davranışlarını gözlemleyerek bu sonuca ulaşabiliyorum. Giysileri rahatsız ettiğinde çıkarıp atabiliyorlar, sevmedikleri yiyecekler hakkında düşüncelerini alenen dile getiriyorlardı. Oysa ben sayısız defa tadını berbat bulduğum yemekleri yemiştim hatır gönül uğruna ya da sadece nezaketen. Ne tuhaf insan bazen çevresindekilere nazik olmaya çalışırken belki de en çok kendine kaba davranıyordu.