Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Atsız: "Türk milliyetçiliğini satmaya ne zaman karar verdiniz?" Türkçüler hakkındaki uygulamalar Atsız'la sınırlı kalmamıştı. 10 Mayıs 1952 tarihli Cumhuriyet gazetesinin yazdığı gibi Türk Milliyetçiler Derneği hakkında da takibata geçilmişti. Çünkü dernek Atsız'ı davet ediyor ve resmî bir lisede ona konferans verdirtiyordu.
Türk Milliyetçiler Derneği iktidarın emrinde veya iktidara danışarak hareket eden bir sivil toplum kuruluşu değildi. Ülkeye demokrasinin geldiğine inanıyor ve serbest hareket ediyordu. İktidar derneğe para yardımında bulunmayı dahi teklif etmiş, fakat Atsız'ın itirazıyla bu teklif reddedilmişti. Olayın içinde bulunan Sami Yavrucuk şöyle anlatıyor: "1952'de Türk Milliyetçiler Derneği Ankara Şubesi Başkanı olarak ay başlarında kira borçlarını ödeme zorluğu çekiyordum. Bir vesile ile durumdan haberdar olan devrin Başbakan yardımcısı rahmetli Samet Ağaoğlu'nun makamına çağrılmış ve o günkü değerine göre 44.000 lira, bugünkü değeriyle yirmi beş milyar lira olan büyükçe bir yardım teklifi ile karşılaşmıştık. Bu parayı, makbuz karşılığı Başbakanlık veznesinden gidip ben alacaktım." Yavrucuk, dernek başkanı Karamağaralı ile konuşur ve büyüklere danışmaya karar verirler. İlk danışacakları isim Atsız'dır. Sait Bilgiç, Ali Yörük ve Sami Yavrucuk trenle İstanbul'a giderler ve Atsız'a danışırlar. Yavrucuk şöyle devam ediyor: "Atsız Hoca'nın evindeki görüşmelerde gündem; 'Başbakanlığın yardımı' maddesine gelince ben, becerimin meyvesini almak amacı ile durumu ballandırarak ve öğünerek onbeş-yirmi kişilik arkadaş grubuna anlattım. Sözümü bitirdiğim an Atsız Bey aynen "Sami Bey, Türk Milliyetçiliği'ni satmaya ne zaman karar verdiniz?" diye beni azarladı. Ve biz, 715 kuruşluk Ankara-İstanbul tren biletini almakta müşkülât çeken insanlar, o büyük miktardaki parayı almayı bile düşünmedik." (Yavrucuk; Körüklü-Yavan 2000: 105).
Reklam
Sınıftaki Atsız: Öğrencileri, Atsız'ın iyi bir hoca olduğunu, derste açıkça propaganda yapmadığını söylüyorlar. 1950-51 ders yılında Haydarpaşa Lisesi'nde talebesi olan Altan Deliorman şöyle diyor: "Devrenin yarısından çoğunu ders vermekle geçirirdi. Anlatır, öğretirdi. Çok da iyi öğretirdi... Yazılı notlarını açıkça okurdu. Kimin
Ebû Amr İbni Alâ anlatıyor: «Bir gün ünlü şâir Cerir ile birlikte oturuyorduk. Kâtibine şiir yazdırıyordu. Bu sırada bir cenâze göründü. Cerir sustu. Sonra da, «Vallahi bu cenazeler beni kocattı.» dedi ve o anda şu beyitleri inşad etti: «Cenâzeler bize doğru gelirken ürküyoruz. Onlar geçtikten sonra da eğlenceye dalıyoruz. Üzerine kurt düşen bir koyun sürüsü gibiyiz, Kurt sürüden uzaklaşır uzaklaşmaz koyunlar yine otlamaya dalarlar.» İmam Gazali Hazretleri, Mükaşefetü'l- Kulûb, s. 574
İbrahim Havvas (rahimehullahu) anlatıyor; "Bir gün Likâm Dağı'nda idim. Bir nar ağacı gördüm, canım çekti. Ondan bir nar kopararak yardım, ekşiymis, elimden attım ve yoluma devam ettim. Az ileride birini gördüm, yere serilmiş ve üzerine arılar üşüşmüştü. Adam'a selâm verince; "Aleykümselâm, ya İbrahim!" diye cevap verdi. "Beni nereden tanıyorsun?" diye sordum. "Allah'ı tanıyanlara hiçbir șey saklı değildir." karşılığını verdi. Ona; "Anlaşılan Allah ile münasebetin var, șu arılardan seni kurtarmasını O'ndan istesene." diye takıldım. Bana șu cevabı verdi; "Ben de senin Allah ile münasebetin olduğunu sanıyordum. Asıl kendin, nar düşkünlüğünden seni kurtarmasını istesene! Nar düşkünlüğünün acısını insan âhirette çeker, oysa arı sokmasının acısı dünyadadır. Öte yandan arı sokması vücudu incittiği hâlde azgın arzular, iğnelerini kalbe batırırlar."
Boğaziçi Lisesi'nde öğrencisi olan Attila İlhan da Atsız'ın hocalığını şöyle anlatıyor: "1941'di galiba, İzmir'deki bir liseden komünistlikten dolayı kovuldum. Belge aldığım için hiçbir yerde okuyamıyordum. Özel bir lisede okuyabilir mi diye beni İstanbul'a yolladılar. Boğaziçi Lisesi'ne geldim. Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenim kimdi, biliyor musunuz? Nihal Atsız idi. Ben 'eyvah' dedim, 'bu adam beni hemen mimleyecek ve perişan edecek.' Ne bekliyorum, biliyor musunuz? Bir Hitler bekliyordum ben. Geldi, hiç de öyle bir adam görmedim. Derli toplu, aklı başında, işini çok ciddiye alan bir adamdı. Her çocuğun İstiklâl Marşı'nı baştan aşağı ezbere bilmesini isterdi. Onu yapmadın mı, sıfırı alıp oturuyordun. Ve sınıfta bu işi yapan tek adam ben çıktım. 'Sen kimsin, nereden çıktın yahu?' dedi. 'Ben şuyum' dedim. 'Sende iş var' dedi. Birkaç soru daha sordu ve bizim Nihâl Bey ile öğrenci-hoca ilişkisi çok büyüdü. Derslerinde hiç politik telkinde bulunduğunu hatırlamıyorum. Sadece, İslâm öncesi Türk tarihinden daha çok bahsederdi. Yani onunla daha çok ilgilenirdi." (Arslan Bulut; Körüklü-Yavan 2000: 130'dan).
Reklam
•|Hz. Ali (ra) anlatıyor : "Bir gece Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem evimize gelip beni ve kızı Fatıma'yı kaldırıp : "Haydi namaz (teheccüd) kılmıyor musunuz..? buyurdu... Ben de : "Ey Allah'ın Rasûlu, canlarımız Allah'ın elindedir... Eğer bizim kalkmamızı dilerse kaldırır..!" dedim... Ben böyle söyleyince dönüp gitti ve bana hiçbir karşılık vermedi... Sonra onun giderken dizlerini döverek ve Kehf, 18/54. ayeti okuyarak, "İnsan tartışmaya ne kadar da düşkün böyle..!" dediğini duydum..."
Bir gün sonra Gençlik ve Spor Bayramı'dır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bayram konuşmasının bir bölümünü ırkçılık-Turancılık konusuna ayırır: "Turancılar, Türk Milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk Milletinin
Yanılgıların bir anlam içerebileceğine dair bir örnek
... bir adam şunları anlatıyor bana ''Birkaç yıl önce evlilik hayatımda bazı olumsuzluklar baş göstermişti, eşimi fazlasıyla soğuk buluyor, onun seçkin özelliklerini içtenlikle takdir etmekten geri kalmıyorsam da, birbirimize karşı sevecen duygulardan yoksun yaşayıp gidiyorduk. Bir gün eşim çıktığı bir gezintiden beni ilgilendirebileceğini düşünerek aldığı bir kitapla döndü eve. Gösterdiği bu incelik için kendisine teşekkür ettim, okuyacağımı söyleyerek bir yere koydum kitabı. Koyuş o koyuş, bir daha bul bulabilirsen. Zaman zaman ortadan kaybolan kitap aklıma gelip aramaya kalktımsa da bir türlü bulamadım. Derken aylar geçti aradan, olaydan yaklaşık altı ay sonrasıydı, bizden ayrı bir evde oturan anneciğim hastalandı, eşim de hasta kayınvalidesine bakmak üzere evden ayrılıp gitti. Annemin durumu zamanla ciddileşti, eşim de canla başla uğraşıp didinerek, hasta anneme hizmet etmekten, ona karşı elden gelen ilgiyi göstermekten geri kalmadı. Bir akşam annem için yaptıklarından dolayı içim hayranlık duygusuyla ve şükranla dolup taşarak eve döndüm. Yazı masama yaklaşıp, belli bir amaç gütmeden, ama uyurgezerlerdeki o kesin farkındalıkla gözlerden belli birini açtım, daha önce ortadan kaldırıp da sonradan bir türlü bulamadığım kitap gözdeki öteberinin en üstünde durmuyor mu!'' Bir yere konulan bir şeyin sonradan aranıp bulunamayışının nedeni ortadan kalkar kalmaz, aranan şey bulunmuştu.
“Sonra kendi ellerime baktım. Gariptiler; bükülmüş, parmaklan çarpık, bir çift insan elinden çok kıvrılmış iki yılana benzeyen devamlı kıpırdayan ve titreyen, asla hareketsiz kalamayan ellerdi. Bu ellerin görünüşünden, aynada gördüğüm sallanan kafamdan ve bir tarafa meyilli ağzımın görünüşünden nefret eder olmuştum, bu nedenle aynadan nefret eder ve korkar olmuştum. Bana çok fazla şey anlatıyor gibiydi. Diğer insanların bana baktığında ne gördüğünü; ağzımın, her açışımda yana doğru kaydığını, beni çirkin ve aptal gösterdiğini, her konuşmaya çalıştığımda ağzımdan anlamsız seslerle birlikte salyalar akıttığını, gülümsemeye çalıştığımda yüzümün buruşukluklar içinde bir maske gibi”
Reklam
Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebû İshâk Sa’d b. Vakkâs(ra) anlatıyor: Veda Haccı senesinde Resûlullah (sav), ağır hastalığım sebebiyle beni ziyarete geldi. Ben: –Yâ Resûlallah (sav), hastalığımın ne kadar ilerlediğini görüyorsun. Ben zengin biriyim ve bir kızımdan başka da mirasçım yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı, dedim. –Hayır, öyle yapma, buyurdu. –Yarısını vasiyet edeyim, dedim. Peygamber (sav) yine: –Hayır, dedi. –Yâ Resûlallah (sav), malımın üçte birini vasiyet edeyim mi, dedim. –Evet, üçte biri yeterlidir, hatta üçte biri bile çoktur; zira mirasçılarını zengin olarak bırakman, onları halka el açacak bir hâlde fakir bırakmandan daha hayırlıdır. Allah rızasını gözeterek eşinin ağzına koyduğun lokmaya varıncaya kadar, onlar için yaptığın her türlü harcamadan dolayı sevap kazanırsın buyurdu.
Biraz değiştim, Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar Değiştim Unutamadığım sözlerinin arasında sıkışıyorum, Bir yanım kendimi kolluyor bir yanım seni Ben benimle savaşıyorum, Seninle değil Sonucu kılıcı kuşananından belli olan bir savaşın,
18/4/1966 günkü El-Ehrâm gazetesi müebbet hapse mahkûm edilen Mübarek Abdül’azim’in duruşmasını şöyle anlatıyor: «Mahkeme reisi (ed-Decevi): — Teşkilâtla temasın ne zaman başladı, anlat bakalım. «Mübarek — Şeyh Abdülfettah İsmail tarikiyle 62 de başladı... Şeyh Abdülfettah'da Ali Aşmâvi'ye ulaştırdı beni. Onunla bir mefkureye ve bir dinî akideye bağlanma esası üzerinde yardımlaşmaya başladım. Benim kendisine bağlanabileceğim yegâne şahsiyet, Rasûlü Ekrem (sav)dir. Ve takip edebileceğim tek kitab da Allah’ın kitabıdır.»
Sayfa 72 - Cağaloğlu Yayınevi
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.