Onun yüzünü unutmaktan ne kadar korktuğumu, gerçekte unutmaktan değil unutmuş olmaktan ne kadar korktuğumu kendi kendime de, başkalarına da, bütün dünyaya da göstermiş, hiç değilse, düşündürmüş olmuyor muyum? Her şeyi unutabileceğimizi, gerçekte unuttuğumuzu, bellek alanında anıları boğazlayıp hendeğe attığımızı kabul ediyoruz ama sevdiğimiz insanın sesini, kokusunu, sıcaklığını bir bakıma hatırlamamızın imkânsız bir şey olduğunu bildiğimiz halde hatırlamaktan dem vururuz, yüzünü görmekten söz ederiz, gözlerimizin önüne geldiğini söyleriz o yüzün, oysa en büyük korkumuz, içimizi kavuran, paramparça eden en büyük korkulardan biri o değil mi? Sevdiğimizi söylediğimiz, sevdiğimize inandığımız, sevdiğimize kendisini de inandırdığımız bir insanın yüzünü kalabalık içinde seçememek, tanıyamamak, hatırlayamamak korkusu değil mi? Usa vurduğumuz birtakım özellikleri yeniden bulmak için o insan denizine dalışımız, insan olarak davranışlarımızın hem en gülüncü hem de en acıklısı değil mi? Sevdiklerimizin resmini ister, yanımızda taşırken, ondan bir parça, onun kâğıda düşmüş gölgesini taşımak gibi bir ilkel büyü yoluna mı sapıyoruz yoksa doğrudan doğruya yüzünü, sevdiğimizi bildiğimiz, söylediğimiz bu insanın yüzünü unutmaktan kendimizi kurtarmak gibi çok daha gerçekçi bir davranış mı gösteriyoruz?