2. Dünya Savaşı ve orada yaşanan zulümler edebiyata, filme açıkçası sanatın her alanında konu olmuştur ve olmaya devam edecektir. Ama bu kitapta sadece savaş ve yaşananları içermiyor. Kitabın ilk bölümünde 2. Dünya Savaşı'ndaki gaz odaları, esir kampında yaşananlar hiçbir kurgu olmadan anlatılıyor. (Yazarın kendisi bu esir kamplarında yıllarca kalmış, kız kardeşi hariç tüm sevdiklerini bu savaş ondan almış.) Anlattıklarını, o günleri dramatize etmeden asıl anlatmak istediği 'insanın anlam arayışı' çizgisinde tutuyor. İnsanların o şartlarda bile bir şeylere tutunup hayatta kalma mücadelesi çok etkileyici bir üslupla verilmiş.
İkinci bölümde kendisinin de savunduğu Logoterapiden bahsediyor. Logoterapi, ismini Yunanca “anlam” anlamına gelen “logos” kelimesinden alan bir psikoterapi kuramıdır. İsminden de anlaşılacağı üzere, varoluşsal bir anlamı ve insanların bu anlam arayışını temel aldığı söylenebilir.
Son bölümde - ki bu bölüm benim en etkilendiğim bölümdü- hayatın bizi çok zorladığı zamanlarda bile yaşamayı başarabilmek için tavsiye denilebilecek cümleleri okuyorsunuz.
Tam da hayatın anlamı ve bu dünyadaki yerimi sorguladığım bir dönemde okuduğum bu kitap beni çok farklı düşüncelere sevk etti. Hayattaki yerimizin sorgulanmasını doğru bulmadığını söylüyor yazar. Ve son olarak kitabı okurken aklıma sürekli Nazım Hikmet'in çok sevdiğim şu şiiri geldi:
"Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak"