Başıyla Dill’i gösterdi: “Olup bitenlere şu oğlanın henüz aklı tam ermiyor, biraz daha büyüsün midesi de bulanmaz, ağlamazda. Belki de her şeyi... doğru bulmasa bile ağlamaz, biraz daha büyüsün yeterki.”
Neye ağlamam, Bay Raymond?
“Bazı insanların hayatlarını bazı insanların hiç düşünmeden cehenneme çevirmesine ağlamazsın. Beyaz insanların, bir an olsun onların da insan olduklarını düşünmeden siyah insanların hayatlarını cehenneme çevirmelerine ağlamazsın.”
Vay ahmak insan oğlu vay, asıl gülmeyi unutan insanlardır. Şu dünyada dostu, arkadaşı olmayan, bir sıcak elin tadına, bir bakışın güzelliğine artık bundan sonra varamayan, varamayacak olan da insandır. Umutsuz olan, nankör olan insandır. Dünyanın güzelliğini yadsıyan artık salt yaşamanın tadına varamayan insandır, altında yaşadığı göğü, üstünde gezdiği toprağı, akan suları göremeyen insandır. Görkemli doğa ortasında görmeden dolaşan, bakarkör olan insandır.
Aynı gökyüzü farklı merceklerden farklı görünüyor. Böylece ışık evinden son dersimi alıyorum. Sorunları algılama şeklimiz sadece bu sorunları nasıl çerçevelediğimizle değil, aynı zamanda baktığımız mercekle de alakalı. Yargı ya da zarafet merceğinden bakabilir, ‘başarısızlık karşısında’ ne kadar duygusal bedel ödeyeceğimizi bu doğrultuda belirleyebiliriz.
Mary papatyaların neşeli sadeliğini, limonumsu güneşlerini çevreleyen beyaz taçlarını seviyordu. Kokularını öteki çiçeklerinki gibi tatlı ya da iç bayıltıcı değil, keskin seviyordu. Kararlı kokularını. Boş arsalarda ve yol kenarlarında bitmelerinden, gerçek güzelliğin kendiliğinden geldiğini, bastırılamayacağını hatırlatmalarından hoşlanıyordu. Tıpkı Mary’nin kendisi gibi.
Hayatında belirli bir düzeni ne kadar korumaya çalışırsan çalış, kendini yanlışlara, kusurlara karşı ne kadar korumak istersen iste, her zaman gözden kaçıracağın bir leke, bir hata olacaktır. Seni hep bir sürpriz bekleyecektir.