Babam kırk üç yaşında öldü, ben on beş yaşındayım. Bugün ondan daha yaşlıyım. Onu daha iyi tanımamış olmaktan dolayı üzgünüm. Bundan dolayı ona kızgın değilim. Şimdi büyüdüm, yaşamın zor olduğunu biliyorum ve hayatı daha dayanılır kılmak için "kötü" yollara başvuran kimi daha hassas insanlara kızmamak gerektiğini de.
Şimdi büyüdüm, yaşamın zor olduğunu biliyorum ve hayatı daha dayanılır kılmak için "kötü" yollara başvuran kimi daha hassas insanlara kızmamak gerektiğini de.
Her gün gerçekleşen sayısız ölümleri görmezlikten gelmekte ne kadar da ustayız ! Annemiz , babamız, bir yakınımız mı öldü, arkadaşımız mı hayatını kaybetti ; çok üzülürüz, ağlarız, sızlanırız, dünyamız zindan olur. Ama bir zaman sonra o zindan kaybolur. Güneş yeniden doğar. Hayat gene güzeldir. Dünya yaşanası yerdir. İşimiz, eşimiz, çocuklarımız vardır. Daha bir arzu ile sarılırız hayata , bu dünyaya. Şüphesiz bizi bırakıp geçenler de aynı "hava" yı yaşadılar. Şimdi onlar yok. Bunu biliriz , ama yine de "ölüm bizim için" değildir sanki "dağlara taşlara" dır.
Nesnel bilim adına öne sürülen böylesi ifadelerin baskısına nasıl dayanılabilir? İnsanlar ekmek istiyorlar ve kendilerine taş ikram ediliyor. ‘Kurtulmak’ için ne yapmaları gerektiğine dair öğüt dileniyorlar, fakat kendilerine kurtuluş düşüncesinin anlaşılır bir muhtevadan yoksun ve çocukça bir nevrozdan başka bir şey olmadığı söyleniyor. Sorumlu kişiler olarak nasıl yaşayacaklarına dair kendilerine yol gösterilmesini arzu ediyorlar ve kendilerine hür iradeleri, dolayısıyla sorumlulukları olmayan bilgisayar benzeri makinalar oldukları söyleniyor.
St. Thomas Aquinas, Aristo’yu izleyerek, “en yüce şeylerden elde edilecek en
zayıf bilgi, en küçük şeylerden elde edilecek en emin bilgiden daha çok arzuya şayandır” diyordu.