Kuran'ın inananlara sunduğu cennet tasarımı görüldüğü gibi, oldukça maddi ifadelerle betimlenmiş; 7. yüzyıl Arap aristokratlarının ve Hz. Muhammed'in tarihsel koşullu deneyimlerini ve hayal güçlerini aşamamıştır. Ayrıca Arap toplumunun ataerkil yapısını aştığını da söylemek zordur. Arapların çok eşliliği, kadın tutkusu, bekârete yaptıkları vurgu, beyaz tenli kadınlara ve ergenliğe henüz girmiş, göğüsleri yeni kabarmış kızlara düşkünlükleri, içki âlemleri, süslü oğlanların hizmetlerinden duydukları zevk ve tembellikleri, cennet betimlemelerinin ana konusu olmuştur. Yörelerinde çok az bulunan, muz, nar, kiraz gibi meyveler ile, çölde hasret kalınan soğuk su ve içinden ırmaklar akan bahçe özlemleri, Arap coğrafyası ve iklimin cennet betimindeki izdüşümleridir. Cennette sahip olunacağı söylenen nesneler, özellikle tahı, atlas elbiseler, atlas yataklar, gümüş ve altın köseler, ibrikler, ipek giysiler vb. özlemlerini duydukları İran ve Doğu sarayları ile ilişkili olmalıdır.
Nesnel bilim adına öne sürülen böylesi ifadelerin baskısına nasıl dayanılabilir? İnsanlar ekmek istiyorlar ve kendilerine taş ikram ediliyor. ‘Kurtulmak’ için ne yapmaları gerektiğine dair öğüt dileniyorlar, fakat kendilerine kurtuluş düşüncesinin anlaşılır bir muhtevadan yoksun ve çocukça bir nevrozdan başka bir şey olmadığı söyleniyor. Sorumlu kişiler olarak nasıl yaşayacaklarına dair kendilerine yol gösterilmesini arzu ediyorlar ve kendilerine hür iradeleri, dolayısıyla sorumlulukları olmayan bilgisayar benzeri makinalar oldukları söyleniyor.
St. Thomas Aquinas, Aristo’yu izleyerek, “en yüce şeylerden elde edilecek en
zayıf bilgi, en küçük şeylerden elde edilecek en emin bilgiden daha çok arzuya şayandır” diyordu.
Hayır, asıl bencilce olan sırf aileler, arkadaşlar ve düşmanlar biraz vicdan muhasebesi yapmak zorunda kalmasın diye bir başkasından katlanılmaz bir varoluşa tahammül etmesini talep etmektir.
Depresif insan başı eğik dolaşan insandır. Gökyüzünün ne kadar geniş olduğunu ya unutmuştur çoktan ya da göğün neler vaat ettiğini hiç öğrenme fırsatı olmamıştır. Hayatın kıyısına çekilmiştir, yaşanan her şeyin ona dokunmadan çekip gitmesini izler durur. Çökkünlüğü daha da derinleşir uzaklaşan hayat soluklaştıkça.
Gerçekten acı veren şey, varoluşun aşılamaz yalnızlığıdır. Belki bu bilgiye insanlar her zaman vakıftırlar ama benlik öne çıktığı oranda ağırlaşır bunun tecrübesi. Bu hayatı yaşayan benim, başkası değil. Mutsuz olmaya ve felakete açılan uçuruma doğru bakmaya katlanacak olan, benim. Bu hayatı nihayetine vardıracak olan benim, başkası bunu benden devralamaz. Bunun ötesi dair daldığım düşünceler de benim düşüncelerimdir, sadece benim için anlam ifade eder bunlar. Başkaları başka şeyler düşünürler ve bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey yoktur.
"Kendini öldürmeye çalışan sözde 'ruhsal depresyondaki' kişi bunu 'umutsuzluktan' ya da yaşamdaki eksikliklerin giderilemeyeceğine dair duyduğu inanç nedeniyle yapmaz. Ölümün aniden cazip görünmesinden dolayı da yapmaz. İçindeki görünmez ıstırabın dayanılmaz bir seviyeye ulaştığı kişi, sıkışıp kalmış bir insanın eninde sonunda yanan bir gökdelenin penceresinden atlayacağı gibi kendisini öldürecektir. Yanan pencerelerden atlayan insanlar hakkında yanılgıya düşmeyin. Onların yüksekten düşme korkusu, aynı pencerede durup manzarayı seyreden sizin ya da benim için ne kadar büyükse o kadar büyüktür; yani düşme korkusu daima sabit kalır. Burada değişken olan unsur ise ateşin alevlerinden kaynaklanan ikinci bir korkudur: Alevler yeterince yaklaştığında, düşerek ölmek iki korkudan biraz daha az korkunç olanı haline gelir. Düşmeyi arzulamak değil; alevlerden korkmak. Yine de kaldırımda aşağıya bakıp "Yapma!" ve "Dayan!" diye bağıran hiç kimse bu atlayışı anlayamaz. Gerçekten anlayamaz. Düşmenin çok ötesinde bir dehşeti gerçekten anlamak için bizzat kapana kısılmış ve alevleri hissetmiş olmanız gerekir."
Şiir, bir budalanın denize bakıp, “Tıpkı yağ gibi!” demesiyle başlar. Düz bir yüzeyin en iyi betimlenişi değildir bu elbet, ama aradaki benzerliği bulmuş olması bu sözü söyleyenin hoşuna gitmiş, bu gizli bağ onu heyecanlandırmış, bu gözlemini herkese duyurma isteği vermiştir ona.
Hem inançlı, hem de inançsız gruplardan oluşan köktencilerin işgaline uğramış bir dünyada, dini inancın tamamen yok sayılarak reddedilmesini, kimi dini ritüellere ve kavramlara saygı duyarak dengelemek mümkün olmalı.
Flaubert Spinoza'dan bahsederken ''Ne adam, ne kafa, ne bilgelik ve nasıl bir zihin!'' der heyecanla. Ancak beşeri bilimlerde olduğu kadar biyolojideki ilerlemelerin de onun pek çok tezini doğrulamak üzere ortaya çıkması için 20. yüzyılı beklemek gerekecektir. Flamancayı, Portekizceyi ve İspanyolcayı akıcı konuştuğunu, İtalyanca, Almanca ve Fransızca'nın yanı sıra dört eski dili (Kitab-ı Mukaddes İbranicesi, Aramice, Grekçe ve Latinceyi) okuyabildiğini de ekleyelim.
Spinoza kesinlikle muhteşemdir ve entelektüel kudretini takip etmek bazen çok zor olsa da düşünceleri sadece ve sadece; hiçbir buyurgan istikamet belirlemeksizin herkese neşenin yolunu gösteren bir bilgelik sunma hedefi taşır.
Gidişin farkına varan kilise artık kararlıdır.Önce Bruno'yu gözler önünde yakarak, sonra Galileo'yu iki kez engizisyon mahkemesinde yargılayıp ilerlemiş yaşına karşın ev hapsine mahkûm ederek tepkisini ortaya koyar. Ancak engizisyon terörü beklenen etkiyi sağlamaz; bilimi durdurmaya olanak yoktur artık!
Mitoloji tarihin ötesinde insanın varoluşundaki
zamansızlığa işaret eden, gelişigüzel olayların çapraşık
akışından çıkıp gerçeğin özüne şöyle bir göz atmamızı
sağlayan bir sanat biçimidir.