Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Neslihan

Neslihan
@Neslihano
Delilik bulaşıcıdır//
6 okur puanı
Nisan 2018 tarihinde katıldı
Beş parasız ölmek, zamanlamanın iyi olduğunu gösterir.
Sayfa 204
Reklam
Sistem ve kurumların öncelikli fonksiyonu kendini korumaktır, insanı değil. Aksi takdirde yozlaşamazlar..
Sayfa 152
Mü'min Müslümanın rûhu onun yaşadığı, hattâ bulunduğu her yere nüfûz eder, nüfûz ettiği gibi de hâkim olur ve kendini hemen, orada bulunan ve oraya gelen herkese bütün ihtişâmı ve letâfetiyle hissettirir. İlk tezâhürü huzûr, ikinci tezâhürü güzelliktir. Rûhu olmayan güzellik geçicidir ve bir gün çürüyüp gitmeye, yok olmaya mahkûmdur. Mü'min Müslümâna has güzellik ise onun özünde olan ve onu biteviye besleyen rûh yaşadıkça, taptâze ve pâk yaşamaya devam eder.
Sayfa 94

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
"Gözyaşı niye serinletmez ki insanı, büsbütün yakar inadına.."
Sayfa 43
İnsan olarak şahsiyetin, toplum olarak kimliğin korunması hem yendiğinde hem de yenildiğinde kendin kalabilmekten geçiyor.
Sayfa 148
Reklam
Her farklı adlandırma devlet gücünün farklı bir tarzda kullanılması önerisini içinde barındırma gayesi güdülerek seçilmiştir. Demek ki işin püf noktası insanların topluluk halindeyken hangi biçime sahip oldukları noktası değil, hangi biçimin onları topluluk kıldığı noktasıdır. Devletin seçtiği biçimle, topluluğun kendini tanımlarken seçtiği isim mutabakat haline gelirse Türkiye'de devletle millet arasındaki mesafe kapanmış olacaktır. Bunun anlamı her iki unsurdan birinin kendini diğeriyle açıklandığı bir yapıya kavuşması demektir. Devlet dediğimiz zaman sadece resmi bir örgütü değil, millete mensubiyetin örgütlenmiş halini anlarız. Millet dediğimiz zaman da aklımıza o topluluğa devletin kazandırdığı teşekkül tarzı gelir.
Bir türlü geçemediğim husus insanın insanla bağlantısını neyin ihdas ettiği hususudur? Bu konuyu merak ediyorum zira insanların insanlarla gönül bağı kurduklarına dair ciddi şüphelerim, derin endişelerim var. Televizyon ekranlarında karşıma çıkan insan görüntülerinden, günlük hayatımda karşılaştığım insanlara kadar her bana benzer yaratığa bakıyor ve soruyorum: Bu insan ne kadar ben? Ben ne kadar bu insanım? Kan bağı da dahil olmak üzere insanı insana bağlayan asli ve esasî bağlar yürürlükte mi? Eğer insanlar arasında hayatın idamesine hizmet edecek değerdeki geçerli bağlar varsa bize acı veren bütün zorlukların aşılabileceği inancı var içimde. Ama eğer bağlar aslî ve esasî değilse zorlukların çoğalacağını ve beni nefes alamaz derecelere getiren sıkıntılara sokacağını görüyorum.
Neyi Kaybettiğini Hatırla
Türkiye'de yaşayan biz insanlar ne durumda olduğumuzu biliyor muyuz? Daha da ötede "ne durumda olduğumuz" konusunda kaygılanıp kaygılanmadığımız bir soru olarak önümüzde mi? Elbet bazı dertlerimiz, halline uğraştığımız birçok işimiz var. Hoşnutluk veya rahatsızlık hissine kapıldığımız birçok durumla içiçeyiz. Ama bana öyle geliyor ki, bunların, yani dertlerimizin ve halletmek istediğimiz işlerin mahiyeti daha az kaygılandırır oldu artık bizi. İşlerimizle uğraşıyoruz; ne var ki işlerimizin neye değdiğiyle ayrıca uğraşmıyoruz. Yaptıklarımızda bir şeyler eksik. Bir şeyleri kaybettiğimiz besbelli.
Rüya avcısı ile dans etmem istendi. İnsanın kendi çevresinde dönmesi özellikle yararlı idi. Sorun, önce zihne nakşediliyor, sonra da döndükçe yeniden ve yeniden soruluyordu. Aborjinlerin açıklamasına göre olduğu yerde dönmek, insanın içinde bulunan yedi enerji girdabının dönüşünü de hızlandırıyordu: Sadece kollarımı iki yana açmalı hiç durmadan kendi etrafımda sağa dönmeliydim.
Ünlü bir şehir efsanesidir; bir orman yangını sonrasında küle dönmüş ağaçların arasında balıkadam kıyafeti içinde bir ceset bulunur. Haliyle ilk başta, yanmış bir ormanın içinde bir dalgıcın ne işi olduğu pek anlaşılmasa da, basit bir akıl yürütmeyle işin aslı anlaşılır. Yangın söndürme uçaklarından biri, deniz suyuyla birlikte zavallı dalgıcı da deposuna almış ve yanan ormana atmıştır. Açıkçası ben her zaman, hikâyeyi dinleyenler için trajikomik diye nitelendirilebilecek bu hadisenin dalgıcın bakış açısından nasıl görünmüş olabileceğini düşünmeyi çok daha ilginç bulmuşumdur. Denizin altında tatlı tatlı süzülür, türlü deniz canlısını incelerken, birden kendisini metalik bir hapishanede buluveren bu adam o an ne düşünmüştür? Rahmetli, sudan alınıp ormanın tepesine kadar taşındığı o süre içinde işin aslını anlayabilecek kadar derin bir kavrayış ve soğukkanlılığa sahip değil idiyse –ki takdir edersiniz bu hiç de kolay bir şey değildir–, herhalde müthiş bir korku ve panik yaşamış olmalıdır. Daha da enteresanı, neye uğradığını anlayamadan kendisini cayır cayır yanan bir yere doğru düşerken bulduğunda, aklından neler geçmiştir? Eğer korku ya da basınç farkı gibi bir nedenle ölmeyip bunu yaşadıysa, sanırım öldüğünü ve cehenneme postalandığını düşünmüş olması kuvvetle muhtemeldir. İşte cehenneme süren birkaç saniyelik yolculuğu sırasında, bu talihsiz dalgıcın neler hissettiğini hep çok merak etmişimdir...
Sayfa 144 - İletişim