İsyan ve itiraz niyeti taşımaksızın başa gelenlerin nedenlerini sorgulamada bir mahzur yoktur. Bilakis madem musibet bir hikmet, bir mesaj ve bir anlam yüklenerek gelmiştir, o halde bu mesajı okumaya çalışmak lüzumu vardır. Başıma gelen musibetlerin hakiki sebepleri nelerdir? Bana bu olaylarla ne anlatılmak istenmektedir? Bu musibetlerde bana sunulan mesaj nedir? Rabbimin bunlarla bana söylemek istediği bir şey mi var?
Musibetler ilahi seçimin bir parçasıdır. İsabet kökünden gelen ‘musibet’ kelimesi, ölçülmüş biçilmiş, kendisine ulaşacak insan için ayarlanmış birtakım mesajlar, seçilmiş özel hadiseler anlamına gelir. “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın” (Âl-i İmrân, 191) ayetinden nasibi çoktur musibetlerin.
Ünlü dil bilim âlimi Râgıb el-İsfahânî’ye göre musibet, ‘ansızın bastıran yağmur’ anlamındaki savb kökünden türemiştir ve ‘bir şeyin hedefine ulaşması, birinin payına düşmesi’ manasına gelmektedir.
Hikmetlerle yüklü bu musibetler Allah’ın izniyle olmaktadır. Rabbimizin musibetlerde bir beldeyi değil diğerini tercih etmesinde; bir bireyi değil başkasını seçmesinde; bir zamanı değil başka bir zamanı belirlemesinde türlü hikmetler vardır. Musibetler, anlamsız ve gayesiz bir biçimde insanlar arasında rastgele dağıtılmazlar.
Olaylar hiçbir zaman başına buyruk bir şekilde meydana gelmez. Moraller durduk yere bozulmaz, hayaller kendi kendine yıkılmaz, Rabbimizin izni ve dilemesi olmadan... Yaşadığımız hadiseler, Rabbimizin özel mesajlarını içermesi bakımından yalnızca bize inmiş özel ayetler gibidir. Bu yüzden okumamız, anlamamız ve tahlil etmemiz gereken bir kitaptır musibetler.
"Selvi Boylum Al Yazmalım" hikayesi aslında bir Çin masalından uyarlanarak yazılmıştır. Masalda biyolojik anne olan bir kraliçe ile çocuğu büyüten ona annelik yapan bir hizmetkar arasında çocuk için verilecek karar işlenir. Çocuk oyun şeklini alan fiziksel bir çekiştirme ile kazanana verilecektir. Çekiştirme tam başlayacağı sırada çocuğu
İnsanın eceli belirsizdir. Eceli insana bildirilmiş olsaydı, yetmiş yaşında vefat edeceği kesin olan biri, otuzlu kırklı yaşlarına kadar, ‘ne de olsa ölüme daha çok var’ hissiyatından kurtulamaz ve hayatının ilk yarısı ölüme karşı gaflet ve duyarsızlık içinde geçerdi. Otuz kırk yaşından sonra ise darağacına çıkmakta olan bir idamlık gibi, emdiği