Binanın girişinde siyah parlak taş bankonun arkasındaki uykusuz ve hırçın polis ceplerimi boşalttırıyor. Paltomun iç cebinden son romanımı ve söyleşi notlarını, tükenmez kalemi, diğer ceplerimden cüzdanımı, kâğıt mendil paketini, içinde norvasc, lipidor, prozac, desyrel tabletleri bulunan küçük madeni yuvarlak kutuyu, minik bronz yunusun ağzına takılı iki anahtarı, biraz parayı çıkarıyor, bankonun üstüne bırakıyorum. Anahtarlar nerenin diye soruyor bankodaki. Ona yine boğuk, biraz da kısık çıkan bir sesle, kamuya konuşur gibi vurgulu, yinelemeli, kalabalık, ağır bir yanıt veriyorum. Yüzüme anlamamış bakıyor. Kitabımı karıştıran Kalender, araya girip sözlerimi tercüme ediyor. Evinin anahtarıymış diyor, bak artık anlıyorum der gibi, alaycı. Kitabı, notları, diğer eşyayı bir poşete koyuyor bankodaki, önündeki klavyede bir şeyler yazıyor. Kalender beni yandaki küçük odaya götürüyor. Romanın üstünde adımı okuduğu için daha bir kalenderce davranma gereği duyuyor galiba, birine telefon etmek ister misin diye soruyor. Bir an Nâlan'ı düşünüyorum ama o olmaz çok erken, şimdi uyuyordur diyorum kendi kendime. Başkaları için de erkendir. Hayır anlamında başımı sallıyorum Kalender'e, onun orta yaşı geçmişlerin genellikle taşımak zorunda kaldıkları yorgun omuzlarına bakarak. Bir şey söylemeden kapıyı çekip gidiyor.