“Sessiz toprak sesli denize benzemiyordu. Ona verdiğim emeğe, bin bir renk, bin bir güzel koku ve çiçekle cevap veriyordu. Sanki kendisine karşı gösterdiğim alâkadan dolayı bana karşı şükran duyuyordu. Onu sabanla sürdüm mü, sürülen yeri sabana sadık kalarak, açılan izi muhafaza ediyordu. Atılan tohumu bağrına kabul ediyor, onu sıpsıcak tutuyor, nemli tutuyor ve uçar hayvanlardan gizleyerek koruyor ve koynunda yavruyu emziren ana gibi besliyordu. Ta ki günü gelince atılan tohum, canlı bir usareyle yeşil ve çiylerle titrek gelin gibi bir fidan olarak bana mis gibi kokan çiçeğiyle tat sızan yemişini, “Bak nasıl büyüttüm sana!" diye veriyordu. Toprak tam bir kadın kadıncıktı, okşanmaktan hoşlanıyordu.
Hele bahçedeki ağaçlar... Asmayı budayarak yükünü hafifletince, asma bayağı duygulanıyor, gözleri sanki şükran yaşlarıyla dolup taşıyordu. Bademleri budasam sevinçle titriyor ve bütün tomurcuklarına sanki beyaz kelebekler açarak tepeden tırnağa kar gibi ağarıyorlardı. Limon ağaçlarının kurularını ayıklasam zerafet ve edayla kalkınıyor, sık yapraklarıyla yeşil loşluklar yaratarak, gece uykumuza güzel rayihalar katıyor, sarı sarı yemişleriyse varlığımız bile serinletiyordu. Kısaca emeğim, asmalarda salkım salkım sevinç gözyaşları, şeftalide öpüşe uzatılan pembe yanak kirazda dudak oluyordu.
Doğrusu ömür dediğin buydu işte.”