Ragıp Bey, kendini bildi bileli güçlü bir erkek olmuştu; ölüm karşısındaki, aslında bir hastalık sayılabilecek korkusuzluğu, ölümün gerçekliğine neredeyse inanmaması onu öbür insanlardan ayırmış, hayatının sert bir kabukla sarılmasına yol açmıştı, ama sahip olduğu bu güç, bütün güçler gibi, altında hiç tahmin edilemeyecek zaaflar ve güçsüzlükler taşıyordu. Her zaman olduğu gibi Ragıp Bey'in gücü de ancak başka güçsüzlüklerle beslenerek var olabiliyordu; şimdi odun dumanı kokan bir akşamüstü, kül rengi bir yağmurla savrulan şehrin sokaklarından, deriden körüklerine damlaların vurduğu bu soğuk faytonun bir köşesinde büzüşmüş bir halde geçerken öfkelenmesi, gücünün altından beklenmedik bir zaafının çıkmasındandı.
Gizliden gizliye küçümsediği, hiçbir zaman anlamadığı, anlamaya da çalışmadığı kadınlar âlemine girdiğinde, sert kabuğunun içinde saklı duran zaafları ve korkuları varlıklarını hissettiriyor, onu kaygılara, vicdan azaplarına, utandırıcı sevinçlere, küçültücü neşelere yöneltiyordu. Bu âlemden aldığı her hazzın, bu haz büyüdükçe büyüyen bedelini ödemekten nefret ediyordu. Bu kadınlar, onu kaygılandırma gücünü nasıl ele geçiriyorlardı, bunu kavrayamıyordu, ama onların hiçbir zaman açıkça ortaya koymadıkları bu güç, onu sinirlendiriyordu.